7 Ocak 2015 Çarşamba

Kadir Köstekçi-Çokkültürlülük Üzerine Mantıksal İrdelemeler



ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK ÜZERİNE MANTIKSAL İRDELEMELER
Av. Kadir KÖSTEKÇİ
         A-GİRİŞ
            Günümüzde tek kültürlü toplumların varlığından ya da var olan bu toplumların tek kültürlü olarak varlıklarını koruyabileceklerinden bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Bu tür toplumlar da her türlü dış etkenlere karşı kapalı, içine kapanık, teknolojiden, iletişim kaynaklarından faydalanamayan toplumlardır. Basit bir düşünce ile ambargo konulmuş ya da baskıcı devletlerin toplumlarının da çok kültürlülükten uzak toplumlar olabileceği, bu toplumların tek kültürlerini muhafaza edebilecekleri düşünülebilir. Fakat İran örneği de göstermektedir ki; toplumların tek kültürlü kalmaları artık mümkün değildir. Çünkü her ne kadar İran toplumu baskıcı bir rejimle yönetiliyor, ambargolara maruz kalıyor, İran toplumunda iletişime engel olunuyor, özgürlükçü hareketler engelleniyor ise de son yaşananlar da göstermektedir ki; artık toplumları dünya değerlerinden uzak tutmanın, toplumları dünyadan soyutlamanın, özgürlük taleplerinin baskı ile çözümlemenin hiçbir yolu yoktur. Artık tüm dünyanın, tüm değerleri, tüm insanlığın ortak değeri haline gelmiş, tüm dünya mirası, tüm insanlığın mirası olmuştur!!!(paylaşımda adil davranıldığını kastetmiyorum) Artık Mevlana da Rambo da aynı kasabanın(!) çocuklarıdır.  Zira açıktır ki; küreselleşme, mutlak olarak dünyanın kaderidir. Hakikatten de iletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi, teknolojinin inanılmaz ilerleyişi, göç gibi etkenlerden ötürü dünya “küçük bir kasaba” halini almıştır. Küreselleşmenin de en büyük sonuçlarından biri de çok kültürlülüktür. Artık küçük bir Anadolu köyünde bile aynı anda türküden, dengbej müziğinden, rap müziğinden hoşlanan insanlar vardır. Ya da hemen hemen her toplumda farklı cinsel tercihe sahip kişiler vardır. Bu nedenle şunu söyleyebiliriz ki; çok kültürlülük, artık tüm toplumların kaderidir. Hal böyle iken, yapılması gereken birlikte yaşayabilmeyi öğrenmektir. Ama bu o kadar da kolay olmasa gerektir. Çünkü dünyanın her tarafında insanların bir çatışma halinde olduğunu görüyoruz. Bunun en büyük sebepleri insanların bir arada yaşamayı bilmemesi, yönetimlerin insan ihtiyaçlarına cevap vermemesi ve paylaşımda adalet olmamasıdır. O halde farklı kültürlere sahip insanlar nasıl bir arada yaşayabilirler? Bu sorunun cevabı belki de insanlığın yanıtını en çok aradığı sorudur. Bu sorunun yanıtı üzerinde çalışırken söz dönüp dolaşıp, kültür, medya, küreselleşme, göç, ulus devlet, anayasal vatandaşlık gibi konulara gelmektedir. Bu nedenle sırasıyla bu konulara temas edip, sorumuzun yanıtımı bulmaya çalışacağız.  
                a-)Çok Kültürlülük Nedir?
               Çok kültürlülük kavramı üzerinde tanımlama yoluna gitmeden önce kültür kavramını tanımlamak gerekir. Zira kültür kavramının tanımı yapılmadan çok kültürlülükten bahsetmenin olanağı yoktur. Bu nedenle ilk önce kültür kavramını tanımlamaya çalışacağım. Kültür sözcüğü, Latince ‘colere’ fiilinden gelir ve anlamı toprağı işlemek, tarlayı sürmek, ekip-biçmektir. Batı dillerinde ‘cultura/culture/cultur’ sözcüğüyle karşılanan kültür terimi, Fransız düşünür Voltaire tarafından “insan zekasının oluşumu, gelişimi, geliştirilmesi ve yüceltilmesi anlamında kullanılmıştır”([1]) Aydınlanma dönemi ve 19. yy’da kültür, uygarlık anlamında kullanılarak içeriği daha da genişletilmiştir. Kültür, genel anlamda, insana özgü bilgi, inanç ve davranış bütünü ve bu bütünün parçaları olan her tür maddi ve manevi yaratımlardır. Toplumsal ve bireysel yaşamın oluşmasını sağlayan; dil, gelenek, düşünce, semboller, yasalar, kurallar, ahlak, kuramlar, aletler, teknikler, makineler, bilim, felsefe ve sanat eserleri gibi her tür maddi ve tinsel ürünler bütünlüğüne kültür denir. Bu anlamıyla kültür, toplumun tüm bireylerinin ortaklaşa oluşturdukları ve kabul ettikleri kurum ve değerlerdir. O halde kültür, “bir halkın yaşama tarzıdır.” ([2]) Başka bir söyleyişle, insanın doğada hazır bulmadığı ama doğaya kattığı her şeydir. Taylor’a göre, kültür ya da uygarlık bir toplumun üyesi olarak insanoğlunun öğrendiği bilgi, sanat, gelenek-görenek ve benzeri yetenek, beceri ve alışkanlıkları içeren karmaşık bir bütünlüktür.([3]) Nermi Uygur’a göre kültür, “doğanın insanlaştırılma biçimi, bu insanlaştırılmaya özgü süreç ve verimdir. Kültür, insanın kendini kendi evinde duymasını sağlayacak bir dünya ortaya koymasıdır.”([4]) Yalnızca canlı varlıklar içinde insana özgü bir yetenek olan kültür yaratma eylemi aynı zamanda insanı hayvandan ayıran en temel özelliktir de. Böylece insanın kavramlaştırma, soyutlaştırma, sembolleştirme ve akılsallaştırma özelliği ile evreni, doğayı, kendini ve toplumu anlama, açıklama ve değiştirme çabası sonucu kültür ya da uygarlık ortaya çıktı. Bu anlamıyla kültür ya da uygarlık, “doğanın yaratıklarına karşılık insanoğlunun yarattığı her şeydir.”([5])
Kültür ya da uygarlık kavramı belli bir insan ve toplum anlayışını ve dünya kavrayışını ve bunlarla ilgili değerleri içermektedir. Her kültür kendine özgü insan-toplum ve dünya anlayışı ve değerlerine sahiptir. Örneğin; Orta çağ kültürü ile çağımız kültürünün insana, topluma ve dünyaya bakışı ve verdiği değerler birbirinden oldukça farklıdır. Yine daha dar kapsamda düşünürsek, çağcıl olan iki farklı kültürün bunları kavrayışlarında da farklılıklar vardır. Örneğin; kırsal alanda yaşayanlar ile kentte yaşayanların kültürel değerleri de farklıdır. Kültürün ne olduğunu inceledikçe karşımıza çıkan olgu, kültürün insanın kendisiyle ve yaşadığı toplum ve dünyasıyla ilgili olduğudur. O halde insanın yarattığı değerleri ve değişimi/gelişimi anlayabilmek için insanı anlamak gerekir. İnsanı da uygarlık/evrensel kültür, ulusal kültür, çok-kültürlülük, yerel kültür bağlamında ele almak olanaklıdır.
Evrensel kültür ya da uygarlık, insanın yarattığı evrensel değerlerdir. Bunlar bilim, sanat ve felsefedir. İnsan ruhunun işlenmesi, gelişmesi ve aydınlanması sonucu oluşan bilgi, beceri ve davranışların oluştuğu değerler bütünü evrensel kültürü oluşturmaktadır.
           Ulusal kültür, bir ulusu diğer uluslardan farklı yapan bilgi, beceri ve davranış özellikleridir. Örneğin Çin kültürü, Hint kültürü, İran kültürü gibi. Yerel kültür, bir zaman diliminde aynı bölgede yaşayan belli insan grubuna ait değerlerdir. Örneğin; köy kültürü, doğu kültürü, işçi kültürü gibi.
İşte tüm bu kültürlerin bir arada bulunmasına da çok kültürlülük denir. Çok kültürlülük, kültürel göreceliği de sebep olur. Kültürel görecelik, her grubun yaşama tarzının bir kültür olduğu ve her birinin birer kültür olmak bakımında eşit olduğu anlayışına dayanır. ([6]) (*)Bir toplumu oluşturan bireylerin ve grupların dil, din, ırk, tarih, coğrafya açısından farklı kökenlerden gelmesine dayanan çok kültürlülük, tek bir siyasal birim halinde ve ortak sınırlar içinde yaşayan toplumlarda söz konusudur. Bu farklılıklar, kimi zaman, çöken Sovyetler Birliğinde, ya da bugünkü Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu gibi, değişik milletlere mensup insanların bir arada yaşaması biçiminde de görülebilir.([7])
b-)Tek Kültürlü Toplumların Çok Kültürlü Toplumlara Dönüşmesine Neden Olan Başlıca Etkenler
Kültür ve çük kültürlülük kavramları tanımlandıktan sonra tek kültürlü toplumların nasıl olur da çok kültürlü toplumlar haline geldiği hususu üzerinde düşünmek gerekir. Bunun birçok sebebi vardır fakat bunların en önemlileri muhakkak ki medya, küreselleşme ve göç olgusudur. Aslında medya ve küreselleşme birbiri ile tamamen ilgili, alakası müesseselerdir. Çünkü aralarında çok güçlü bir bağ vardır. Zira küreselleşme olgusunun bu kadar hızlı gelişmesinin ya da dünyanın artık mutlak surette küreselleşeceğinin en büyük sebebi medyadır. O halde çok kültürlülük kavramının oluşmasına en büyük katkıyı sunan medya kavramı üzerinde düşünelim. Kanımca medya olgusunun gücü anlaşılır ve toplumların yaşayış tarzı üzerindeki etkisi kavranabilirse toplumların nasıl çok kültürlü toplumlar haline gelebildiği daha iyi anlaşılır.
1-)Medya
Douglas KELLNER medya kültürünün çok kültürlülüğe katkısını şöyle anlatmıştır;    “Radyo, televizyon, film ve medya kültürünün diğer ürünleri; aracılıklarıyla kimliklerimizi, benlik anlayışımızı, erkek veya kadın olmanın ne anlama geldiğine olan inanışımızı, sınıf, etnisite, ırk, milliyet, cinsellik ile biz ve onlar anlayışımızı  oluşturduğumuz materyaller sağlar. Medya imajları, dünyaya bakışımızı ve en derin değerlerimizi şekillendirmemize yardım eder. Neyi iyi neyi kötü, neyi pozitif veya negatif, temiz veya fena gördüğümüz gibi. Medya hikayeleri, sayesinde ortak bir kültür oluşturduğumuz ve kendimizi bu kültüre bir yerinden dahil ettiğimiz semboller, mitler ve kaynaklar yaratırlar. Medya gözlüğüyle kimin güçlü, kimin güçsüz olduğu, kimin güç ve şiddet uygulamaya hakkı olduğunu ve kimin olmadığını görüyoruz. Güçlünün gücünü dramatize ediyor ve meşrulaştırıyorlar ve güçsüzlere kendi yerlerinde kalmak zorunda olduğunu, aksi taktirde canlarının yanacağını gösteriyorlar. Beşikten mezara bir medya ve tüketici toplumunun içine dalmış durumdayız. Bu nedenle onların amaçlarını ve mesajlarını nasıl anlayacağımızı, yorumlayacağımızı ve eleştireceğimizi öğrenmemiz çok önemlidir. Medya, kültürel pedagojinin çok derin, çok inceleme gerektiren, anlaşılması, açıklanması zor ve çoğu kez yanlış anlaşılmış bir kaynağıdır. Bize nasıl davranmamız, ne düşünmemiz, hissetmemiz, neye inanmamız, neyden korkmamız ve neyi arzulamamız ya da neleri yapamamamız gerektiğini öğretmeye katkıda bulunmaktadır. Medya, pedagojinin bize nasıl kadın ve erkek olacağımızı öğreten bir biçimidir. Bize nasıl giyineceğimizi, bakacağımızı ve tüketeceğimizi, farklı sosyal grupların üyelerine nasıl tepki göstereceğimizi, nasıl popüler ve başarılı olacağımızı, nasıl başarısızlıktan kaçınacağımızı; normlardan, değerlerden, yerleşmiş adet, gelenek ve kanunlardan oluşan hakim sisteme nasıl uyacağımızı gösterir. Sonuç olarak eleştirel medya bizim için bireylerin duygularını, düşüncelerini, ahlaki görüşlerini etkileyen cazip kültürel çevreyle nasıl başa çıkacaklarını öğrenmede önemli bir kaynaktır. Sosyo-kültürel manipülasyonun nasıl okunacağı, eleştirileceği ve ona nasıl karşı çıkılacağını öğrenmek, egemen medya ve kültür formlarıyla kurduğumuz ilişkide bizim seçici olmamıza yardımcı olur. Bu, medya kültürüne göre bireysel egemenlik alanını genişletebilir ve insanlara kendi kültürel çevrelerini seçmede daha fazla güç verir.
Kültürel araştırmalar, son yıllarda kültür ve toplum araştırmalarına belirli yaklaşımlarda ortaya çıktı. Proje, Birmingham Üniversitesi'nde kültürel yapıların analizi, yorumu ve eleştirisi için eleştirel metotların bir karışımını çeliştiren Çağdaş Kültürel Araştırmalar Bölümü'nde başlamıştı. İç tartışmaların bir kümesinden, 1960 ve 1970'lerdeki sosyal mücadeleler ve faaliyetlere verilen karşılıklardan dolayı Birmingham Grubu, kültürel metinlerdeki sınıf, cinsiyet, ırk, etnisite ve milliyetçilik düşüncelerinin karşılıklı etkileşimine odaklanmış ve medya kültürünü de buna dahil etmiştir. Gazeteler, radyo, televizyon, film ve diğer popüler kültürel formların izleyici, dinleyici ve okuyucularının üzerindeki etkilerinin araştırılmasına ilkelerin arasındaydılar. Aynı zamanda ne kadar çeşitli izleyicinin yorumlandığı üzerine konsantre olmuşlar ve medya kültürünü farklı kullanmışlar, farklı izleyicileri karşılaştırmalı yollarla çeşitli medya metinlerinde söz sahibi yapmışlardır.
Kültürel araştırmalarla ilgili olarak medya kültürü, dünyayı anlamada yaratılan bakış açıları, davranışları ve hatta kimlikleri anlamada materyaller sağlar. Sorgulamadan medya kültürünün diktelerini izleyenler ana akıma yönelirler ve egemen modaya, değerlere ve davranışlara uyarlar. Bununla beraber kültürel araştırmalar ayrıca kültür ve kimliğin egemen biçimlerine direnen alt kültür gruplarının ve bireylerin kendi stil ve kimliklerini nasıl yarattıklarıyla da ilgilenir. Belli başlı giysi ve moda kodlarına, davranışlara ve politik ideolojilere boyun eğenler kendi kimliklerini bunun sonucu olarak ana akım grubuyla birlikte özel sosyal gruplaşmaların üyeleri olarak ortaya koyarlar. (Beyazlar, orta sınıf, muhafazakar Amerikalılar gibi). Punk kültürü ya da siyah milliyetçi kültürler gibi alt kültürlerle özdeşleşen kişiler, ana akımdakilerden farklı düşünür ve davranırlar ve böylece kendilerine karşıt kimlikler yaratır, kendilerini standart modellerin karşısında tanımlarlar.
Kültürel araştırmalar, kültürün sosyal ilişkiler ve sistemin içinde araştırılması ve kültürün araştırılmasının toplum, politika ve ekonomi araştırmalarıyla çok yakından ilişkili olduğu konusunda ısrar eder. Kültürel araştırmalar, medya kültürünün egemen değerleri, politik ideolojileri ve sosyal gelişmelerle çağın yeniliklerini ne kadar rahatça ifade ettiğini gösterir. Amerikan kültürü ve toplumunu çeşitli grup ve ideolojilerin egemen için mücadele ettikleri ihtilaflı bir alan olarak kavrar.([8]) Televizyon, film, müzik ve diğer popüler kültür formları böylece çoğu defa liberal veya tutucu ya da bazen de daha radikal veya karşıt bakış açılan gösterirler.
Kültürel araştırmalar değerlidir, çünkü kültürü eleştirel okumaya ve yorumlamaya izin veren araçlar sağlar. Ayrıca romanlardan televizyona kültürel yapıların, geniş, devamlı bütünlüğünü göz önünde tutarak ve herhangi spesifik kültürel hiyerarşi ve kurallar koyulmasına karşı çıkarak yüksek ve aşağı kültürlerin arasındaki farkları ortadan kaldırmaya çalışır. Kültüre, önceki yaklaşımlar yazınsal eğilimlidir ve elitisttir, medya kültürünü bayağı ve değersiz bulur, reddederler. Ciddi bir ilgiye değer bulmazlar. Kültürel araştırmalar projesi ise aksine kültürel alanı yüksek ve aşağı veya popüler ve elit olarak ikiye bölmekten kaçınır.
Bunun gibi farkları korumak zordur ve genelde öncü olarak normatif estetik değerlere ve çoğu defa politik programlara hizmet ederler (hem kitle kültürünü yüksek kültür için reddetmek, hem de "elitist" yüksek kültürü hor görerek popüler addedileni övmek, ikisi de) Kültürel araştırmalar bizi bütün kültürel alanı önceki önyargılara kapılmadan kültürel metin, kurum veya alışkanlıkların şu veya bu türleri doğrultusunda eleştirel bir biçimde incelemeye bırakır. Ayrıca kültürel yapılardaki estetikten daha çok politik değerleri daha iyi ayırt etme yolunu açarak, bir kültürel yapıdaki eleştirel ve karşıt anları konformist ve muhafazakar olandan ayırt etmeyi dener. Örneğin Hollywood film araştırmaları, 1960'lı yıllarda filmlerin radikallerin bakış açısı ve karşı kültürün desteklenmesinde nasıl anahtar rolü oynadığını; 1970'lerde filmlerin liberal ve muhafazakarlar arasında bir savaş alanı olduğunu; bununla beraber son dönem 1970 filmlerinin Ronald Reagan'ın başkanlık seçimlerini kazanmasını sağlayan muhafazakarlara yönelik olduğunu gösterir.([9])” O halde medya denilen bu cansız(belki de canlı) varlığın insanlar üzerindeki etkisinin ne kadar güçlü olduğu ortadadır. Hakikatten de günümüz toplumları medyanın gözü ile görmekte, medyanın kulağı ile duymakta, medyanın yediğini yemekte, medyanın emrettiği partiye oy vermekte, medyanın giyindiğini giymekte ve medyanın sunduğu kültürü benimsemektedir. Her ne kadar medyaya cansız bir varlık demiş isek de, medyayı yönlendiren organizmaların olduğu muhakkaktır. Bu nedenle bu organizmaların arzuladığı şekilde giyinmeye, yemeye, yönetilmeye mahkûm olmamak adına yapılması gereken, medyayı sorgulamaktır. Aksi halde farklı kültürlerle bir arada yaşayalım derken aslında bu organizmaların istediği gibi yaşamış oluruz. 
2-)Küreselleşme
Yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi, dünya toplumlarının kaderi küreselleşmeden geçecektir. Bundan kurtuluş yoktur. Fakat küreselleşmenin nimetlerinden faydalanma ya da küreselleşmeyi lehimize çevirmek çok da olanaklı değildir. Zira 70’li yılların hippi kültürünün çöpten eski, yırtık elbiseler toplayıp giyme kültürü şimdi bizim aleyhimize işlemektedir. Hakeza hippiler çöpten eski, dar, düşük belli, yıpranmış pantolon ve elbiseleri toplar, bunları giyerlerdi. Bu yolla kapitalist siteme karşı durmayı amaçlarlardı. Fakat şimdi kapitalist sistem o pantolonları yırtmakta, taşlamakta, belini düşürmekte ve bizler daha fazla para vererek o pantolonu satın almaktayız. Yani hippilerin bu kültürü aleyhimize küreselleşmiştir. Yani küreselleşmenin lehimize olan tarafları olduğu gibi aleyhimize olan tarafları da vardır. Bu nedenle küreselleşmeye ilişkin farklı bakış açıları üzerinde de durmaya çalışacağız. Hakikatten de küreselleşmenin farklı ayakları vardır.
Küreselleşme, ya da yabancı terminoloji ile, "globalleşme" biri siyasal, biri ekonomik biri de kültürel olarak üç boyutu olan bir kavramdır. Kürselleşme'nin siyasal ayağı, Amerika Birleşik Devletlerinin siyasal egemenliği, ya da dünya üzerindeki siyasal jandarmalığı anlamına gelmektedir. Bu durum, bir anlamda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, dünyanın tek kutuplu hale gelmesini de belirtmektedir. Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin egemenliğine işaret etmektedir.  Bu egemenlik, bütün ülkeleri, örneğin, Birleşik Amerika'yı da aşan bir biçimde gelişmiştir. Kendi mantığı içinde, sermaye ve onun simgesi olan marka bazında dünyayı, tüketiciyi ve tüm insanları yönlendirmektedir.  Ekonomik olarak uluslararası sermayenin egemenliği bir yandan, günlük yaşam açısından dünyayı "birörnekleştirirken" öte yandan, ekonomik verimliliğin, yani üretim verimliliğinin, dünya ekonomisindeki en belirleyici ölçüt olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Böylece, gittikçe bütünleşen dünya ekonomisindeki rekabetin belirleyici sonucu, üretim verimliliği kavramına bağlanmıştır. Küreselleşmenin kültürel ayağı, birbirinden farklı hatta, biri ötekine zıt iki ayrı sonuca işaret eder. Birinci sonuç,"mikromilliyetçilik" biçiminde ortaya çıkmıştır. Son örneğini, Yugoslavya olayında gördüğümüz, "mikromilliyetçilik" akımları, ulusal devleti aşan ve onu daha küçük parçalar halinde algılayan bir yapıya sahiptir. Küreselleşme, en küçük bir kültürel farklılığı bile vurgulayarak, elektronik medya aracılığı ile bunu tüm dünya kamuoyunun dikkatine sunan, ayrıca siyasal açıdan, kültürel farklılıkların korunması ilkesini demokratik hak ve özgürlükler alanının ayrılmaz bir parçası olarak gören bir anlayışı yaygınlaştırmaktadır. Küreselleşmenin kültürel ayağının ikinci sonucu, özellikle tüketici davranışını etkileyerek, dünya çapında kültürel birörnekliğin önünü açmış olmasıdır. Küreselleşme olgusunun, özellikle ekonomik ayağı, yani uluslararası sermayenin egemenliği, bir yandan "marka cazibesi", öte yandan günlük tüketim alışkanlıklarının denetlenmesi yoluyla, tüm dünyayı benzer davranış kalıpları içine sokmaya yani tek boyutlu bir kültürel kimliğe sahip olmaya doğru zorlamaktadır. Küreselleşme, bir süreç, bir olgudur. İyiliği, ya da kötülüğü belki tartışılabilir ama, kaçınılmazlığı ortadadır. Bu çerçevede, bütün dünyayı etkileyen bu oluşumun, sonuçlarını iyi kestirmek ve ona göre davranmak çağdaşlığın ve güncelliğin bir gerekliliği olarak ortaya çıkmaktadır.([10])
c-)Göç
Çok kültürlü toplumların oluşmasındaki en büyük etkenlerden biri de muhakkaktır ki; toplumlar arası yaşanan göçtür. Bunun sebebi ekonomik, sosyal ya da siyasi olabilir. Ama göç alan da göç eden de göç veren toplumlarında kültürlerinin bundan etkilendiği kesindir. Özellikle göç alan ve göç eden toplumların kültürlerinde bir etkileşimin olduğu, bu etkileşim beraberinde çok kültürlüğü getirdiği ve bunun sonrasında bir dizi problemin yaşandığı biline bir gerçektir. Zira göç nedeni ile farklı ülkelerin kültürleri karşılaşmakta, kültürlerin uyumu sağlanamadığı durumlarda ise çatışmaktadır.     
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’ya doğru büyük bir göç yaşandı. Kimse vatanını terk edip yabancı diyarlara göçmek istemez, ama yoksulluk, işsizlik ve baskı insanları göçe zorluyor. Ülkeler arasındaki gelir ve özgürlük uçurumu var olduğu sürece uluslararası göçün devam edeceği muhakkak. Dahası, önümüzdeki on yıllarda başta Avrupa olmak üzere, Batılı kapitalist ülkelerin yabancı işgücüne ihtiyacının yeniden büyüyeceğini biliyoruz. Dolayısıyla bu ülkelerin hükümetleri şimdiden kamuoylarını buna hazırlarlarsa, çok isabet ederler. Uluslararası göçün kuşkusuz hem olumlu, hem de olumsuz sonuçları oldu. Göçün bütün ilgili ülkelerde refah artışına ve kültürel zenginleşmeye katkı yaptığı muhakkak. Ne var ki, göçmenleri entegre etmeyi, toplumla bütünleştirmeyi başaramayan ülkeler ciddi sıkıntılarla, göçmenlerle yerliler arasında artan gerginliklerle karşılaştılar. Göçmenlerin toplumdan dışlanmasının çok kötü sonuçlar verdiği; asimilasyonun, yani göçmenleri çoğunluk kültürü içinde eritmenin artık mümkün olmadığı sanırım anlaşıldı. Giderek daha da kötüleyebilecek gerginliklerden kaçınılmak isteniyorsa Avrupa’da hem farklı kültürlere, dinlere, yaşam biçimlerine saygının yerleştirilmesi, yani çok-kültürlülüğün güçlendirilmesi, hem de bugüne kadar büyük ölçüde ihmal edilenin yapılması, yani göçmenlerin sosyo-ekonomik bakımdan entegrasyonu için çaba harcanması tek çıkar yol. Türkiye örneğinde ise, çeşitli açılardan göç, kültürlerarası etkileşim ve kalkınma tartışmasının tam göbeğinde yer alan bir ülke: Hem göç veren, hem alan, dinsel-etnik azınlıklar barındıran ve AB’ye üyelik yolunda olan bir ülke. Bu yolda ilerlerse önümüzdeki 10-15 yılda yoksul bir ülke olmaktan çıkması kuvvetle muhtemel. Mevcut demografik eğilimleri sürerse 10-15 yıl sonra AB, daha çok sayıda Türk’ün Avrupa’da çalışmasını özendirmek durumunda kalabilir. Giderek artan sayıda Avrupalı da, hem güneş hem de insan sıcaklığını bulduğu Türkiye’ye yerleşmek isteyebilir. AB eğer çok-kültürlü olacaksa, bunu Türkiyesiz başaramayacağı besbelli. Nitekim bunun bilincinde olanlar, Avrupa’yı tek-kültürlü bir yer olarak korumak isteyenlere karşı Türkiye’nin üyeliğini kararlılıkla savunmakta.  Aslına bakarsanız, Türkiye’deki tartışma da aynı soruda düğümleniyor: Türkiye tek-kültürlülüğe zorlanarak iç gerginliklerin girdabından kurtulamayan bir ülke olarak mı kalacak, yoksa çok-kültürlülüğü benimseyip giderek büyüyecek mi? Tek-kültürlü Türkiye’yi savunanlar AB üyeliğine şiddetle karşı çıkıyor. AB üyeliğini savunanlar ise, çok-kültürlü, yani farklı kültürlere, dinlere, yaşam biçimlerine saygının yerleştiği, iç gerginliklerin aşıldığı Türkiye’nin hayalini kuranlar.([11])
B-ÇOK KÜLTÜRLÜLÜĞÜN TEMEL SONUÇLARI
a-)Çok kültürlülük ve Ulus Devlet
Bugün, Türkiye dahil, dünyaya yayılan 'çok kültürlülük tartışması' nereye dayanıyor? Hülya Avşar'ın programındaki Kürtçe klibi, Çerkezlerin kültürel hak taleplerini nereye oturtacağız?  Gelin önce kökene inelim; ama Osmanlı Devleti'ne kadar gitmeyelim. Osmanlı çokuluslu bir hoşgörü imparatorluğuydu; ama, bugünün tartışmasını üzerine yerleştirmek için doğru zemin değil. Zira Osmanlı'nın çokuluslu olarak ayakta duruşu, dünyanın milliyetçilik akımını tanımadığı dönemdeydi. Nitekim, milliyetçilik sirayet edince çokuluslu imparatorluğun da sonu geldi. En doğrusu yakın geçmişi incelemek. Modern anlamda 'çok kültürlülük' Kuzey Amerika çıkışlı bir kavram. 1960'larda ortaya atılıyor. ABD ve Kanada'da farklı bir dili konuşan ve 'kendilerine ait' olduğunu düşündükleri topraklarda yaşayan insanlar, kültürel kimliklerinin tanınmasını istiyorlar. Çok kültürlülük kavramı bu tanınma talebine bir yanıt olarak ortaya çıkıyor. Hemen ardından, "kültürel farklılıkların demokratik savunması"ndan söz edilmeye başlanıyor. Özellikle Kanada'da, Fransızca ve İngilizce arasındaki kavga, iki kültürlü-iki dilli toplum tartışmasını açıyor.
 40 yıl önce Amerika kıtasından yola çıkan bu tartışma, giderek çok kültürlülüğe siyasi açıdan yasal zemin kazandırıyor.  Bizim, toplum olarak, kadın hakları bağlamında daha yeni öğrendiğimiz "olumlu ayrımcılık" kavramının kökeni de 1965'lerin Amerika'sına ait. 'Siyaseten dürüst' anlamında 'politically correct' kavramının doğuşu da aynı bağlamda gerçekleşiyor.
Avrupa'nın çok kültürlülükten ne anladığı ise ülkeden ülkeye değişiyor. Oradaki çok kültürlülük, üye devletlerin yapısıyla olduğu kadar bölgesel özelliklerin ve farklı dillerin tanınmasıyla da ilgili. Örneğin İtalya ve İspanya, kendilerine ait hakları olan bölgeler oluşturmak suretiyle çok kültürlülüğü kurumsal yapıya kavuşturan iki ülke. Belçika ve İsviçre ise çok kültürlülüğü dil ayrımına bağlamışlar. Farklı dil bölgelerinin kendilerine ait kurumları oluşmuş.  Fransa, Almanya, İngiltere ve Hollanda gibi ülkelerde ise 'çok kültürlülük' kavram olarak Amerika'daki kökenine daha yakın. Çok kültürlülük denildiğinde, ABD'deki siyah azınlık gibi, söz konusu Avrupa ülkelerinde göçmenler akla geliyor.  Diğer taraftan 'azınlık' kavramı da her ülkede aynı ideolojik dokuyu taşımıyor. Almanya ve Fransa'da bu kavramın tartışılması, misafir yabancı işçilerin ülkelerine dönmeyip kalmaya karar vermelerini körüklüyor. Çok kültürlülük söyleminde ülkeler zamanla birbirine yaklaşsa da, uygulamalar değişiyor.
1989 yılı, Avrupa'da çok kültürlülük akımı açısından bir kilometre taşı. Avrupa'nın doğusu ile batısını ayıran Demir Perde'nin açılması, bir anlamda Pandora'nın Kutusu'nun da açılması oldu. Avrupa'da ulusal azınlık kavramı üzerinde bir kesinlik yok. Azınlık deyince Katalanlarla Baskları mı kastediyoruz, yoksa Almanya'daki Türkleri mi? Azınlıkların bir mesele olarak Avrupa Birliği gündemine gelişi ise, Orta ve Doğu Avrupa'daki durumla ilgili. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin iç içe geçmiş etnik yapısı ortaya gerçek bir sorun çıkarıyor. Kurumsal çözüm arayışları bu noktadan itibaren başlıyor.
Etnik kimlik nedir; ulusal devlet neye denir; uluslarüstü ne anlama geliyor? Bu tartışmaya henüz nokta konmuş değil. Bizde hala dini kimlik üzerinde durulması ise, tartışmayı geriden izlediğimizi gösteriyor. Kültürel kimliklerin dinle bağdaştırılması, özellikle 11 Eylül terör eylemi sonrasında dayatılan bir söylem.  Dini kimlikten yola çıkanların başarılı olup olmamaları, ülkelerinin modernleşme sürecinin neresinde olduğuyla da yakından ilgili. Moderleşmenin kendisi zaten sekülerleşmeyi ifade ediyor.  Asıl mesele farklılıklar içinde nasıl birarada yaşanacağı... Ulus devlet geride kalıyorsa sosyal yapıştırıcının ne olacağı... Zira farklı kimlik talepleri karşısında "politically correct-siyaseten dürüst" olmanın artıları kadar güçlü eksileri de var. İnsanları dar dayanışma kalıplarına itmek ne kadar doğru? Farklı kültürel aidiyet gruplarını desteklemek aynı zamanda bu gruplar arasındaki geçişleri ve dayanışmayı da sosyal olarak örgütlemeyi gerektiriyor.  İster Türkiye olsun, ister yeni bir kimlik arayışındaki Avrupa, dünya yeni bir sosyal dayanışma modeli bulmaya mecbur. Küreselleşme çağının büyük toplumsal savrulmalarında ne din ne de aile, bir dayanışma sistemi oluşturmakta yeterli değil.([12])

b-)Anayasal Vatandaşlık
Son günlerde Türkiye'nin gündeminde yeniden tartışılmaya başlanan "Anayasal Vatandaşlık" kavramı, ulusal devleti, din, dil ırk gibi tarihten ya da coğrafyadan gelen "kültürel kimlikler" yerine, mensup olunan ülkenin siyasal kimliğine ve bu ülkenin "eşit haklara dayalı vatandaşlığı" kavramına bağlayan bir anlayışı dile getirmektedir. Din, dil, ırk gibi, yukarda da belirtilen biçimde, başka kimlikleri dışlayarak kendi kimliğini güçlendirme eğilimi taşıyan ögeler, ulus devlet oluşumu içinde, öteki kimliklere karşı duyarsız, hoşgörüsüz, hatta düşmanca tutum ve davranışlar içinde olan militanlar elinde toplumsal etkileşimi engelleyici bir işleve doğru kayabilir. İşin kötüsü bu kayış, ulus devleti oluşturan asıl ögelere yani o toplumun çoğıunluğunun mensup olduğu dine, ırka ya da millete dayalı olarak ortaya çıkabilir.  İşte o zaman ırka ya da dine veya milliyete dayalı bir "çoğunluğun baskısı" yani bir "faşizm" ya da diktatörlüklerin en korkuncu olan "çoğunluğun diktatörlüğü" kavramı, tüm toplumu bir orta çağ karanlığının boyunduruğuna alır. Tabii böyle bir oluşumun, derhal o toplumun içindeki öteki din, dil, ırk ve benzeri ayrımlara göre filizlenen "kültürel kimlikleri" de aynı baskıcı ve şiddete dönük yola iteceğini görmek için k>â hin olmaya gerek yoktur. Ayrıca, çoğunluğun mensup olduğu kimlik kullanılmasa bile, kimi zaman, azınlıkta kalanların kültürel kimliğini çoğunluğa empoze etmek, ya da bir kültürel kimliği şiddete ve teröre başvurmanın gerekçesi olarak kullanmak derhal, "zincirleme reaksiyon" ile, içinde yaşanılan toplumu bir kan deryasına dönüştürebilir. İşte tam bu noktada, "Anayasal Vatandaşlık" kavramı, "yumuşak" ve "birleştirici" bir "kültürel kimlik" olarak ortaya çıkmaktadır: Bir toplumu oluşturan tüm bireylerin ve farklı grupların, din, dil, ırk ve benzeri köken farkı olmaksızın, devletin önünde eşit muamele gördüğü, ülkenin kamu hak ve olanaklarından eşit olarak yararlandığı, bu nedenle de üyesi olduğu devletle özdeşleştiği bir "Anayasal vatandaşlık".([13])
Mustafa ERDOĞAN ise anayasal vatandaşlık’ı ise şöyle tanımlamıştır; “Habermas`ın `anayasal yurtseverlik` tezi aslında modern demokratik toplumda siyasi kimliği yeniden tanımlama girişimidir. Habermas, esas olarak, çok-kültürlü demokratik bir toplumu neyin bir arada tutabileceğini araştırmaktadır. Ona göre, yurttaşlık bağını etnik kökene veya kültürel kimliğe dayandıran anlayış hem günümüz toplumlarının çok-kültürlü yapısına ters düşmekte, hem de demokratik katılım için elverişli bir zemin teşkil etmemektedir. Demokratik hukuk devletinde yurttaşlığın etnik-kültürel aynılık yerine anayasal-demokratik ilke ve normlara dayanması ve bu referansların yurttaşların aktif katılımıyla oluşturulması gerekir.
İlk bakışta modern ulus-devlet paradigmasını aşma çabası gibi görünmekle beraber, Habermas`ın önerisi aslında ne ulusu ne de devleti modern anlayıştan kökten farklı bir biçimde tanımlamaktadır. Bu haliyle o, ulus-devletin açmazına onun sınırlarını çok fazla zorlamadan siyasal toplumun dokusunu bir ölçüde gevşetmeyi, ama bunu yurttaş katılımını siyasi kimliğin tanımlayıcı bir unsuru haline getirerek yapmayı amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Habermas`ın önerisi, nispeten güçlü demokratik vurgusu dışında, liberal çok-kültürcülüğün Amerikan türünden özünde pek farklı değildir. Bu benzerlik, her iki tasavvurun da illiberal kültürleri dışlamasında daha da belirgindir. Buna karşılık, Habermas`ın tezi mesela Chandran Kukathas`ın `liberal takımadaları tasavvurundan daha demokratik olsa da, daha sıkı ve dışlayıcı -dolayısıyla, daha az özgür- bir siyasi birliği öngörmektedir.
Yine de, Habermas`ın `anayasal yurttaşlık` perspektifi günümüz Türkiyesi için sahici bir açılım sağlayabilir. Çünkü Türkiye`nin sivil anlayıştan uzak olan yurttaşlık tanımının referansı esas itibariyle etnik-kültürel kimliktir. Türkiye`nin siyasi kimliğini bugün de hala dil, soy ve hatta din birliği tanımlamaktadır. Bu durumun Türkiye toplumunun heterojenliğine ve kültürel çeşitliliğine uygun düşmediği bellidir. Özellikle Kürtlerin ve Alevilerin kültürel kimlik temelli taleplerine sistemin tutarlı bir cevap üretememesi ve bunun yol açtığı toplumsal barışla ilgili sorunları varlığı bunun göstergeleridir. Gayrımüslim azınlıkların maruz bırakıldıkları kimi sivil ve siyasal hak yoksunlukları ve baskılar da aynı dışlayıcı yurttaşlık tanımının sonucudur. Esasen, `siyasi` olanın etnik kimliğe ve kültüre referansla tanımlanması, toplum kültürel bakımdan çoğulcu olsun olmasın, kavramsal bir çelişkidir. Çünkü, etnisite ve kültürün siyasi olanla örtüşmesi -yani, muhafazakarların `devlet-millet özdeşliği` ideali- siyasi birliği sıkı-dokulu bir cemaate dönüştürür. Bunun pratik sonucu ise `millet`in `fertleri` üzerinde kayıtsız-şartsız egemenliği, kısaca özgürlüksüz bir `demokrasi`dir. Şu halde, Türkiye`nin siyasi kimliğini etnik ve kültürel türdeşlik anlayışından arındırılmış bir şekilde ve daha soyut ilkeler ve normlar temelinde yeniden tanımlamasına ihtiyaç vardır. Bu demektir ki, yurttaşlığı `Türklük`le tanımlamaktan, yurttaşlar toplumunu bir `Türkler cemaati` olarak görmekten resmen ve fiilen vazgeçmemiz gerekiyor. Türkiye toplumunu artık demokratik bir anayasal sistemin norm ve değerleri etrafında bir araya gelmiş siyasi bir birlik olarak tasavvur etmek zorundayız. (Ne var ki, böyle bir siyasi kimlik bilincinin -evrensel dahi olsalar- hazır anayasa ve hukuk kalıplarının ithali veya iktibasıyla oluşturulamayacağı da açıktır. Başka bir ifadeyle, toplumun kendisinin müellifi olmadığı bir anayasa böyle bir birliğin referansı olamaz. Onun içindir ki, Türkiye`nin `sivil anayasa` ihtiyacı, ortadan kalkmış olmak şöyle dursun, hala aciliyetini korumaktadır.(
Türkçe`de `anayasal vatandaşlık` olarak bilinen fikrin doğum yeri Almanya`dır. `Anayasal yurtseverlik`([14]) adı altında bu fikri 1970`lerde ilk ortaya atan, Hannah Arendt`in öğrencilerinden siyaset felsefecisi Dolf Strenberger idi, ama İngilizce-konuşulan dünyada bu kavram yine bir Alman düşünürü olan Jürgen Habermas`ın eserleriyle yaygınlık kazanmıştır. Genel olarak, bu kavram siyasi sadakatin ulusal bir kültüre (milliyetçilik) veya `dünya insanlığı`na (kozmopolitanizm) değil fakat liberal-demokratik bir anayasanın norm, değer ve prosedürlerine dayanması gerektiği düşüncesini ifade etmektedir. Anayasal yurtseverlik kavramı her ne kadar savaş sonrası Almanya`nın şartlarında doğmuş olsa da, onun daha sonraki kullanımları bu bağlamı aşmış ve genel olarak çok-kültürlü toplumlarda siyasi sadakat ve kimlik sorunlarına bir cevap olarak anlaşılmaya başlanmıştır.
Habermas konuyla ilgili `Citizenship and National Identity` adlı makalesinde kendi anayasal yurtseverlik anlayışını şöyle anlatmaktadır: Esas olarak soy ve dil birliğine dayanan `millet` terimi her ne kadar 18. yüzyıldan itibaren demokratik bir siyasi toplumda yurttaşların siyasi kimliğini tanımlamada kurucu bir rol oynadıysa da, bu kavramsal bir zorunluluk değildi. Aksine, cumhuriyetçi ve demokratik ideallerin modern zamanlardaki bu beraberliği tamamen tarihsel bir tesadüften ibaretti. `Demokratik düzen(in) kader birliğine sahip bir cemaat olarak millet inancında kökleşmiş bir zihniyete` ihtiyacı yoktur ([15]). Nitekim, İsviçre ve Birleşik Devletler gibi çok-kültürlü toplum örmekleri göstermektedir ki, anayasal prensiplerin içinde kök saldığı siyasal bir kültür kesinlikle bütün vatandaşların aynı dili veya aynı etnik yahut kültürel orijini paylaşmalarına dayanmak zorunda değildir. Aksine, `çok-kültürlü bir toplumda siyasi kültürün, farklı hayat tarzlarının hem çeşitliliği hem de bütünlüğü bilincini eşzamanlı olarak geliştiren/teşvik eden anayasal bir yurtseverliğin ortak göstergesi olarak hizmet etmesi gerekir.` `Ancak demokratik bir hukuk sisteminin anayasal çatısı içinde farklı hayat tarzları eşit olarak birlikte var olabilir.` Ama bu farklı hayat tarzlarının ortak bir siyasi kültürde örtüşmeleri gerekir. Habermas böyle bir siyasi kültürün söz konusu hayat tarzlarını başkalarına açık tutma potansiyeli taşıması bakımından kapsayıcı olduğunu da düşünmektedir.
Habermas aynı makalesinde -ve başka yazılarında- `anayasal yurtseverlik` kavramını Avrupa Birliği kimliğinin oluşturulmasıyla bağlantılı olarak da gündeme getirmektedir. Ona göre, bir Avrupa kimliğinin ve yurttaşlığının oluşması, İsviçre`de olduğuna benzer şekilde, farklı ulusal tarihler bağlamının işaret ettiği aynı evrenselci hakların ve anayasal ilkelerin farklı yorumlarından bir Avrupa anayasal yurtseverliğinin doğup gelişmesiyle mümkün olabilir. Nitekim, `İsviçre ortak bir sosyo-kültürel benlik imajının farklı ulusallıkların kültürel yönelimlerine karşı nasıl ayakta durduğunun bir örneğidir.`([16]) Habermas`ın işaret ettiği gibi, ortak bir soyu ve homojen bir kültürü referans alan geleneksel ulus anlayışı günümüzün çok-kültürlü toplumlarında siyasi sadakati ve dayanışmayı sağlamak için elverişli bir zemin değildir. `Farklı etnik topluluklara, dil gruplarına, mezheplere ait hayat tarzlarının aynı haklara sahip olarak bir arada yaşamasını amaç edinen bir siyaset, tarihsel bir geleneğe dayanan milli devlet bünyesinde çözülmesi zor ve sıkıntılı bir süreç`e yol açar.`([17]) Peki, siyasi kültürün çoğunluk kültüründen kopmasını gerektiren böyle bir süreç anayasal-demokratik ilkeler etrafında oluşacak bir beraberlikle `sağlıklı` bir sonuca ulaşır mı? Başka bir ifadeyle, `anayasal yurtseverlik` gibi soyut referansları olan bir siyasi kimlik geleneksel ulus temelli birlik ve dayanışmanın yerini tutabilir mi? Habermas`a göre bu mümkündür; çünkü anayasal yurtseverliğin atıfta bulunduğu norm ve değerler evrensel(ci) olmakla beraber, bunların yorumu yurttaşların siyasi katılımı yoluyla şekillenecektir. Anayasal ilkelerin nasıl yorumlanıp nasıl uygulanacağına ilişkin kolektif karar-almaya katılma sürecinin kendisi önemli bir sivil bağ mekanizması olarak toplumsal bütünleşmeye hizmet edebilir.
Tahmin edilebileceği gibi, gerek ulus-devlet taraftarları gerekse kozmopolitanlar bu görüşü eleştirmişlerdir. Meselá, David Miller gibi `liberal milliyetçi`ler `anayasal yurtseverlik` kavramının, milliyetçiliğin bütünleştirici ve sadakati mobilize edici işlevini ikame edemeyecek kadar soyut olduğunu ileri sürmüşlerdir. Başka bazıları da, Habermas`ın örnek olarak verdiği ABD veya İsviçre`nin bu fikrin başarılı örnekleri olarak görülemeyeceğini, hatta bu devletlerin de en nihayetinde evrensel ilkelerden beslenen bir yurtseverlikten çok bir tür milliyetçiliğe dayandıklarını dile getirmişlerdir. Buna karşılık kozmopolitanlar da `anayasal yurtseverlik`in bile yeterince kapsayıcı olmadığını, onun da `dünya insanlığı`nın büyük bir kısmını kendi `öteki`si olarak tanımlayıp dışladığına dikkat çekmişlerdir.
Konu hakkında tutarlı bir değerlendirme yapabilmek için modern toplumlarda `yurttaşlık` tanımının ne tür bir işlevi olduğunu hatırlamamız gerekir. Bu açıdan bakıldığında, yurttaşlık kimliği, aslında, bir toplumu bir arada tutan, onun iç tutarlık ve dayanışmasını sağlayan, gerektiğinde onu ortak amaçlar için mobilize edebilecek şeyin ne olduğu sorusuna bir cevaptır. Modern anlayış açısından, bu işlevi mümkün kılacak bir sivik bağa demokrasilerde de ihtiyaç olduğu şüphe götürmez. Son onyıllara kadar bu bağ duruma göre ya etnik veya kültürel ya da sivik milliyetçilikle (kabaca, `liberal milliyetçilik`le) sağlanıyordu. Ne var ki, yukarıda işaret ettiğim gibi, günümüzün gitgide çok-kültürlü hale gelen toplumlarında farklı hayat tarzlarını ve onlara bağlı kimlik bilinçlerinin sivik veya `liberal` milliyetçilikle bile bir arada tutulabileceği şüphelidir. Öte yandan, demokrasi demos`un kapsamını mümkün olduğunca geniş tutmayı gerektirmektedir. Demokrasinin bu konudaki ilkesi dışlama değil kapsama veya dahil etmedir. Çünkü, kolektif bir normdan etkilenen herkesin onun oluşumuna katılması gerektiği demokrasinin temel bir ilkesidir. Oysa, C.R. Hayward`ın da dikkat çektiği gibi (`Constitutional Patriotism and Its Others`), demokrasinin kapsayıcılık iddiası ile, siyasi toplumun sivik bağ yoluyla tanımlanması arasında bir gerilim vardır. Sivik bağ `biz`in sınırlarını çizmeyi gerektirir ki böyle tanımlanan bir kimlik herkese açık olmayıp dışlayıcıdır. Başka bir ifadeyle, `biz`i tanımladığınız ölçüde ister istemez `öteki`ni de tanımlamış olursunuz.
İşte Habermas`ın `anayasal yurttaşlık` önerisi bu bağlamda demokratik ilkelerle sivik idealler arsındaki bu gerilimi çözme amaçlı bir girişimdir. Onun önerdiği, demokratik siyasi toplumun sadakat ve dayanışma ihtiyacını karşılayacak bir sivik kimlik tanımıdır. Habermas demokrasinin dayandığı dayanışma bağının anayasal ilkelerden türetilmesi halinde, söz konusu dışlayıcı eğilimlerin bertaraf edebileceğini ummuştur. Habermas`a göre bu mümkündür, çünkü bir yandan bu anayasal-demokratik ilkeler deliberatif bir kamusal tartışmaya bütün yurttaşların katılımının eseri olacaktır, öbür yandan da bu ilkeler nitelikleri gereği toplumdaki farklı hayat tarzları karşısında tarafsızdır. Ne var ki, Habermas`ın ve başka taraftarlarının umduğunun aksine, anayasal yurtseverlikle tanımlanan bir siyasi toplumun da her şeyden önce illiberal ve anti-demokratik kültürleri dışlayacağı açıktır. Ayrıca, bütün grupların evrenselci liberal-demokratik ilkeleri onaylamasını talep etmenin içinde illiberal kültürlerin de yer aldığı çok-kültürlü toplumlarda barışı mı çatışmayı mı teşvik edeceği o kadar açık değildir. İkinci olarak, Hayward`ın işaret ettiği gibi, Amerika`nın Bush yönetimi örneği, siyasi elitlerin bu kapasiteyi manipüle edip kötüye kullanabildiklerini göstermiştir. Nitekim, resmi olarak Amerikan `halkı` ve onun `hayat tarzı` etnik veya ulusal aynılıkla değil de paylaşılan liberal ve demokratik değerlerle tanımlanmasına rağmen, bu, Bush yönetiminin Amerikan `biz`ini `özgürlük aşıklar`ı, buna karşılık Amerikan karşıtlarını terör destekçisi `ötekiler` olarak tanımlamasını engellememiştir. Hatta liberal-demokratik değerlere yapılan atıf dışlama, inzibat altına alma ve saldırganlığın meşrulaştırılmasını kolaylaştırmıştır. Başka bir ifadeyle, bu ilkeleri benimsemeyenler sadece hoşgörüsüzlüğü değil fakat dahası saldırı hedefi olmayı da hak etmektedirler.”([18])
c-)Kimlik sorunu
Bireylerin kültürel kimlikleri, onlar üzerinde bağlayıcı olduğu oranda bireysel özgürlükleri sınırlamakta, ama aynı ölçüde bir kimlik kartı işlevini de yerine getirmektedir. Kültürel kimlik ile bireysel özgürlük arasında, bireyin tutum ve davranışlarının farklılıklarına izin verilen "manevra alanının" genişliği açısından tersine bir korelatif ilişki söz konusudur. Bir başka deyişle, sert bir kültürel kimlik, bireyin, ait olduğu kültürel kimlik açısından yapması beklenen tutum ve davranışları büyük ölçüde kendisine empoze eder ve böylece "bireysel özgürlükler alanı" önemli ölçüde sınırlanmış olur. Buna karşılık, yumuşak bir kültürel kimlik, bireyin tutum ve davranışlarına daha az müdahale ettiği için, onun "bireysel özgürlükler alanını" daha geniş bir çerçeveye taşır. Burada, bir kültürel kimliğin "militanı" kimliğine bürünen birey, kendisini öteki kültürel kimlik sahiplerinden ayırmak için kendisinden farklı tutum ve davranışları önemli ölçüde olumsuzlama çabası içine de girer, ve böylece toplumsal etkileşimi önemli ölçüde zedeleyici bir oluşum ortaya çıkar. Buna karşılık, yumuşak bir kültürel kimliği savunan birey, aynı toplum içinde yaşadığı öteki kimlik sahiplerine de hoşgörü ile bakma eğilimindedir.  Böylece, yumuşak kültürel kimlik hem o kimlik sahibi olan bireyin, özgürlük alanını daraltmaz, hem de öteki kimlik sahipleriyle bir arada yaşama dürtüsünü kısıtlamadığı için, toplumsal etkileşim miktarı kısıtlanmamış dolayısıyla, toplumun işleyişi bozulmamış olur.([19])
Son yıllarda kimlik talepleri ve buna bağlı olarak çok-kültürcülük tartışması politik gündemin baş sıralarına yerleşmiş bulunuyor. Başta küreselleşme, sosyalist sistemlerin çökmesi ve post modernizmin yükselişi olmak üzere çeşitli faktörlerin etkisiyle, günümüzde ulus-devletler içinde yer alan ulusal azınlıklar, etnik topluluklar ve göçmenler yeni politik taleplerle ortaya çıkmaya başlamıştır. Sosyal ve siyasal teorisi esas olarak bireyci öncüllere dayanan liberalizmin toplulukları temel alan bir siyasi anlayışa ilke olarak sempati duymayacağı açık olmakla beraber; onun baştan beri esas olarak kültürel çeşitliliğe ve çoğulculuğa bir cevap olarak ortaya çıkmış olduğu da aynı derecede açıktır. Bu durumda, bir ilk fikir olarak, liberalizmin kollektiviteleri hareket noktası olarak alan ‘çok-kültürcü’ siyasetlere değilse de ‘çok-kültürlülük’e veya kültürel çeşitliliğe taraftar olacağı söylenebilir.  Liberalizm içindeki tartışmaya daha yakından bakarsak, bu konuda başlıca iki pozisyonu ayırt edebiliriz. Bunlardan biri çok-kültürcü olup, açıkça azınlık kültürlerini ve etnik-kültürel grupları destekler. Meselâ Will Kymlicka’ya göre, bireyler ancak belli bir kültür içinde özerk tercihler yapabileceklerinden, kültürel kimliklerin korunması liberalizm açısından çok önemlidir. William Galston da, buna benzer şekilde, kültürel topluluklara mensup bireylerin hayatı kendilerince değerli gördükleri şekilde yaşamalarına devletin ilke olarak karışmaması gerektiğini, ama sivil birliğin gerçekten zorunlu kıldığı durumlarda müdahalenin meşru olacağını söyler. Chandran Kukathas ise, liberalizmin temel değerinin özerklik değil fakat vicdan özgürlüğü olduğunu düşündüğü için liberal bir düzenin illiberal olan kültürlere bile hoşgörülü olması gerektiğini ileri sürer, dolayısıyla müdahaleyi reddeder. Bu durumda gruplara özel haklar tanınmasına da gerek kalmaz. Ancak kültürel gruplara mensup bireylere de ‘ayrılma hakkı’ tanınması gerekir.  Başka bazı liberaller ise kimlik politikasına açıkça karşı çıkmaktadırlar. Brian Barry gruplara ‘ayrıcalıklar’ tanıması esasına dayanan ‘Aydınlanma karşıtı’ çok-kültürcülüğün eşit haklara dayalı bir liberalizmle bağdaşmayacağı kanaatindedir. Ona göre, kültürel farklılıklara ancak bunların liberal ilkeler ve yasalar çerçevesi içinde kalmaları şartıyla müsamaha edilebilir. Stephan Macedo da liberal siyasi düzenin varlığını sürdürebilmesi için kamu alanında paylaşılan bazı ortak değerlerin -başta okullar olmak üzere- liberal kurumlarca desteklenmesi gerektiği görüşündedir. Liberal düzen her türlü kültürel ve dini inancı hoşgörmek zorunda değildir.  Liberalizmin temel kaygısı, kimlik temelli olanlar da dahil olmak üzere toplumdaki çoğulculuğun bütün unsurlarını barış içinde bir arada tutmak olup, belli bir kültür, inanç veya hayat tarzını özel olarak desteklemenin bu amaca hizmet etmeyeceğini kabul eder. Bu kaygı ise ‘çok-kültürcülük’ün sözde hayırhahlığını da, seküler hümanizmin liberal-türdeşleştirmeci türünü de reddetmeyi gerektirir. Doğru bir çözüm hem kültürel çeşitliliği tanıyan hem de kollektivist yöntemlerden uzak duran çözümdür. Bu da ancak, Kukathas’ın önerdiği gibi, hoşgörü ve vicdan özgürlüğüne saygı temelinde gerçekleştirilebilir.([20])
1-)Cinsel Kimlik
Çok kültürlülük kavramı yukarıda birçok defa dinsel, bölgesel, ırksal olarak ele alındı. Fakat günümüz ve geleceğimizde önüne geçemeyeceğimiz bir kimlik var ki; o da cinsel kimliktir. Çünkü artık tüm dünya toplumlarında cinsel kimlik, kimlik tartışmalarında önemli bir yer tutmakta, görülmektedir ki; bu kimlik kişilerin kendini tanımlamasında, dinsel, ırksal, bölgesel kimliğin önüne geçebilmektedir. Bu kimliği kabullenmek, savunmak farklı bir olgu olmakla birlikte varlığını reddetme sanırım artık imkânsızdır. Gelecekte bu kimlikle ilgili daha çok çalışmalar yapılacağı, devletlerin bu kimlikle ilgili birçok düzenlemenin yapacağı muhakkaktır. Çok kültürlülük potasında diğer kimlikler gibi cinsel olarak farklı kültürlerin de ele alınması gerektiğini benimsiyoruz çünkü ancak böylelikle çok kültürlü toplumların nasıl bir arada huzur içerisinde yaşayabileceği sonucuna varabiliriz. Bu nedenle çalışmamda geyler ve lezbiyenlerle ilgili bir bölümün olması sorunun çözümü için daha geniş bir perspektif sunacağını düşünüyorum. Şöyle ki; Momin Rahman’a göre; “Lezbiyen ve geyler tarafından talep edilen en küçük negatif hak bile tartışmalıdır. Çünkü Amerika’da olduğu gibi, talep edilen bu hakların spesifik bir gruba özgü, “özel haklar” olduğu düşünülür. Evrensel olarak uygulanabilir eşit haklar söylemine bağımlı olan demokratik çoğunluk için bu özel haklar popüler değildir. Spesifik olarak lezbiyenleri ve geyleri kapsayan ayrımcılık karşıtı önlemleri kaldırmak için Amerika’daki eyalet düzeyinde yapılan son bir eylem atağı bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Eşcinsel karşıtı kampanya, eşcinsellerin, çoğunluğun sahip olmadığı özel haklara sahip olduklarını ileri sürüyordu. Aslında bu kampanya, Colorado’daki ayrımcılık karşıtı yasadan geylerin ve lezbiyenlerin çıkarılmasını getiren ve gelecekte de bu tür bir düzenlemenin yapılmasını önleyen yasanın kabul edilmesinden kuvvet alıyordu. Ancak Yüksek Mahkeme, Mayıs 1996’da bu kararı geçersiz olarak ilan etti ve ayrımcılık karşıtı önlemleri, özel haklardan çok eşitliğin sağlanması için diğerlerinin zaten sahip oldukları ya da ihtiyaç duymadıkları hakların sağlanması için bir mekanizma olarak gördüğünü belirtti.([21]) Yüksek Mahkeme, özel hakla eşit hak arasındaki karşıtlığın yanlış olduğunu kanıtlamıştı. Elizabeth Kingdom’ın da belirttiği gibi bu yapay karşıtlığın oluşturulmasını sosyal eşitsizlik probleminin kamuflajı olarak görmek gerekir. Bu anlamda da yapılacak olan tartışma, hakların eşit dağılımıyla ilgili değil de eşdeğerde olan hakların sosyal eşitliği gerçekten sağlayıp sağlamadığı üstüne olmalıdır. Eşit muamele ve fırsatlarla birlikte farklılığı kabul eden ve destekleyen görüş, hakları formel eşitliği garanti eden bir olgu olarak görmekten daha üreticidir. Feministler, soyut formel eşitliği sağlamanın, hem materyal olarak hem de ideolojik olarak sosyal düzeyde eşitsizliğin devam ettirildiği toplumda hiçbir işe yaramadığını ortaya koymuşlardır ([22]). İhtiyacımızın sadece hakların temelci bir yaklaşım dışında da kavramsallaştırılması olmadığını düşünüyorum, ayrıca hakların sosyal eşitliğin bir parçası olarak yasal ve politik eşitliği sağlamanın mekanizması haline getirilerek meşruluk alanının genişletilmesine de ihtiyacımız vardır. Bu gereklidir, çünkü formel hakların uygulandığı koşullar her sosyal grup için aynı değildir. Örnek olarak 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Deklarasyonu’na eklenmiş olan Sivil ve Politik Haklar Uluslararası Sözleşmesinin 17. Maddesi altında düzenlenmiş olan mahremiyet/özellik hakkını ele alabiliriz. Liberty grubu, bu hakkı, haklarla ilgili yasa tasarısının bir parçası olarak görme ve İngiltere’de kurumsal olarak bu hakkın garanti altına alındığı şeklinde düşünme eğilimindedir. Bu görüş açısı, lezbiyenlere ve geylere gözetim altında olmaktan belli bir derecede kurtulmayı sunmaktadır, ancak bu tür bir donanım herkese teknik olarak uygulanabilir durumda olduğu sürece... Kamusal ile özel arasındaki sınırların tanımı, “özel alandaki” rızaya dayalı seksin ne olarak yorumlandığına bağlı olarak farklılaşmaktadır([23]).Çünkü özel ile kamusal alan arasındaki sınırlar hiç bir zaman kesin olarak çizilememiş, bağlamsal olarak spesifik sosyal tanımlara bağlı tanımlar yapılmıştır. Daha açık bir şekilde söylersek, kamusal ile özel alan arasındaki sınır tanımı, eylemde bulunanların “kim” olduğuna, bu aktörlerin sosyal hiyerarşideki yerlerine ve ilişkiye uygulanan politik ve ahlaki yargılara bağlı olarak yapılagelmiştir. Temelci yaklaşımdaki heteroseksüel ayrıcalıklılık durumu, temelci hegemonya devam ettiği sürece göreceli olarak geniş olan heteroseksüel ‘özel’ alanını gey ve lezbiyenler için de standart alan olarak tanımlar. Heteroseksüellerin hoşlarına giden özgürlüklerin bir çoğu aslında formel haklar olarak kodlanan haklar değildirler. Örneğin, heteroseksüeller kamusal alanda cinsellikleriyle ilgili hava atabilirler: sansür ya da yasal bir engel olmaksızın sokaklarda birbirlerinin elini tutup, öpüşebilirler. Lezbiyen ve geyler için formel hakların aynı özgürlüğü nasıl getirebileceğini görmek oldukça zordur. Bazı haklar, şiddetten ve tacizden korunma fırsatı sağlıyor olsalar da kamusal alanda cinselliğini ifade etme özgürlüğünü verememektedir. Cinsellik bağlamında özgürlükler, heteroseksüelliğin ayrıcalıklı konumda olduğu cinselliğin sosyal kurgulanışı tarafından belirlenmektedir. Ancak yasal ya da sosyal olan haklardan heteroseksüellerin hoşnut olduğunu düşünmek de bizi yanlış bir yere götürür, bu daha çok ‘doğal’ hakların sınırlı dağıtımı ile ilgilidir. Ama birçok durumda da görebileceğimiz gibi, bu haklar genel insan hakları değil, çoğunlukla heteroseksüel haklarıdır.”([24])
2-) Ahlak, çok Kültürlülük Ve Cinsel Kimlik
Peki ahlak nedir ve ahlak kavramının çok kültürlülükten etkileşimi nasıldır? Anadolu binlerce uygarlığa mekân olmuş bir mozaikler yarımadasıdır. Her kentinde değişik bir uygarlığın izine rastlamak mümkündür. Bu uygarlıklar yıkıntılar içinden, harabeler arkasından 2000'li yıllara bakmaktadırlar. Anadolu binlerce yıl önce nasıl bir kültüre sahipti ve binlerce yıl sonra nasıl bir kültüre sahip olacak? Üzerinde yaşanılan topraklar birçok olaya tanık olmuştur. Uzun tarihsel yolculuğu hepimiz az çok bilmekteyiz. Bu uzun tarihsel seyirde ahlaksal anlayış da çok değişmiştir. Hititlerden, Urartulara, Romalılara, doğuda Süryani, Ermeni Krallıklarından, İslam-Arap hâkimiyetine, oradan İslam-Selçuklu, ardından Osmanlılara ve en son Türkiye Cumhuriyetine kadar Anadolu her dönemde değişik kültürleri yasamıştır. Birçok zamanda birden fazla kültürü aynı zamanda yaşayabilme şansını da göstermiştir. Ahlaksal anlayış kültürlere, yaşam biçimlerine ve dinlere göre değişmiştir. Ve zamanın hızı bizi 21. yy'a getirmiştir. Ya şimdi nasıldır Anadolu?
Ahlak nedir? Yenilir mi içilir mi? Naftalinlenip sandığa mı kilitlenmelidir yoksa tuzlanıp turşuya mı yatırılmalıdır? Bu ne bicim bir şeydir ki, uğruna kavgalar edilip, canlara kıyılmaktadır? Bir kuralı yok mudur? Bir kanunu? Kim belirler? Kökü nedir? Değişmez midir? Kim denetler? Kültürün içinde midir? Din mi belirler? Nedir bu?
Ahlak TDK'ye göre; "Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları veya iyi nitelikler, güzel huylar" anlamına gelmektedir. Bu tanımdan yola çıkarsak, öncelikle bir kişi bir toplum içinde yaşayacak ve bu toplumun belirli bir davranış biçimi ve bu davranışlara uygun kuralları bulunacaktır, ya da kişi genel olarak iyi nitelikli ve güzel huylu olacaktır. Bir toplumdan söz ediliyor. Ancak Türkiye özelinde tüm Türkiye'yi genelde kapsayacak genel geçer bir ahlak kuralından söz edilebilir mi? Türkiye'nin doğusuyla batısı arasında, kuzeyi, güneyi arasında ahlak anlayışı aynı mıdır? Türkiye genelini kapsayacak bir ahlak anlayışından ne kadar söz edilebilir ki de, bu yaptırım gücü toplumun davranışlarına dayalı, kuralları toplumun gelenek ve kültürel anlayışından gelen, yazılı olmayan bir davranış biçimi ve kurallar örgüsüne dayanarak Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri karar verebilir? Aslında oluşturulmak istenen Türkiye genelini kapsayacak bir ahlak anlayışıdır ve bunun bir gerekliliği olarak da yaratılmak istenen tek tip bir insan.
Her imparatorlukta olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğunda da genel bir ahlaki anlayıştan söz edilemezdi. Osmanlı imparatorluğu, yükselme dönemi ve duraklama dönemini de kapsayacak şekilde ele alınırsa; İmparatorluğun 400 yılında onlarca değişik etnik kimlikten insanlar bir arada yaşamışlardır. İmparatorluk döneminde etnik topluluklar arasında karşılıklı hoşgörüye dayalı bir birlikte yaşama kültürü hâkimdi. Bu dönemde millet/ulus kavramı dinlerin üyelerini karşılıyordu, yani İslam milleti, Hristiyan millet, Yahudi milleti. Osmanlının son dönemlerinden özellikle geriye kalan Osmanlı İdari yapılanmasına ait belgeler bu birlikte yaşama ve karşılıklı hoşgörünün illerin yönetimine kadar yansıdığını göstermektedir. Ancak Avrupa'da oluşan Rönesans ve bununla birlikte Burjuvazinin feodal toprak sahiplerine ve krallara karşı siyasal olarak güçlenmesi ve bunun en büyük dışa vurumu olan Fransız İhtilali ile birlikte etnik toplulukların uluslaşma surecine girmesiyle Osmanlı İmparatorluğundaki etnik unsurlar da kendi uluslaşma süreçlerini başlatmışlardır. Bunun sonucu olarak Osmanlı'daki çok kimlikli yapı ilk olarak Sırbistan'ın İmparatorluktan ayrılması ile ve ardından Yunanistan'ın ayrılması sonuçlarını doğurmuştur. Artık Osmanlı İmparatorluğu bir çöküşü yaşamaya başlamış ve çöküşle beraber İmparatorluğun asli gücünü oluşturan Orta Asya'dan Anadolu'ya göçmüş Türkmen boylarının da uluslaşması gerekliliğini beraberinde getirmiştir. Ancak Anadolu-Türk uluslaşma süreci çağdaşı öteki uluslaşma süreçlerinden değişik olacaktır. Bu uluslaşma sürecinin son noktası olan Cumhuriyetle birlikte yaratılan ulus Anadolu'da yaşayan tüm Müslüman hakları kapsamış ve bu halkların tek bir kimlik etrafında oluşturulmasını beraberinde getirmiştir. Bunu sonucu olarak yaratılan ulusun adı Türk olarak belirlenmiştir. 1924 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanununun (Anayasa) 88. maddesinde ilk olarak Türk kelimesinden ne anlaşıldığı açıklanmıştır. Bu madde; "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla 'Türk' ıtlak olunur (denir)". Bu tanımın anlamı daraltılarak 1961 Anayasasının 54. maddesinde; "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür' olarak yer almış, bu madde aynı şekilde 1982 anayasasının 66. maddesinde de korunmuştur. Tabii ki, Birinci Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki hükümeti tarafından Anadolu'dan hemen tamamına yakini çıkarılan Müslüman olmayanlardan sonra geriye kalan çok az sayıdaki Müslüman olmayan ve çoğunluğu Müslüman olan nüfusla Birinci Dünya Savaşından yenik çıkmış ve son bulması kesinleşen Osmanlı İmparatorluğundan sonra tek bir ulusa dayanan modern bir ulus devlet kurmak kolaylaşmış ancak yaratılan yeni ulusla oluşturulan tekler zincirinin bir getirisi olarak homojenleşen Anadolu artık hoşgörüsünü de yitirmeye başlamıştır. Artık hoşgörüsüzlük oranı kentler arasında fark edilir bir yarış halindedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da tekleşen nüfus kitlesi kendi töre anlayışlarıyla hoşgörüsüzlüklerini çok aşırı bir şekilde kardeşlerini katletme derecesine kadar çıkarmışlardır.
Çok kimlikli yapı hoşgörüyü de beraberinde getirmekte ve bunun dünyadaki yaşanılan önemli örneği Amerika Birleşik Devletleri olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD'nin etnik olarak çeşitli kimliklerinin yaşadığı bölgelerdeki hoşgörü ile tek bir etnik kimliğin yaşadığı bölgeleri arasında fark olmakla birlikte Federal yasalar kişileri "hate crime" denilen nefret suçlarına karşı şiddetli bir şekilde korumaktadır. Ancak yasaların bu derece korumasına karşın yine de nüfustaki etnik yapı tekleştikçe insanların hoşgörü sınırları da daralmaktadır. ABD haritasına baktığımızda Atlantik Okyanusuna kıyısı olan eyaletlerde etnik yapı çeşitli ve bunun getirisi olarak da Müslümanlar, Yahudiler, Siyahlar, Katolikler (İrlandalılar, İtalyanlar), geyler ve daha birçok değişik kimlikten ve dinden insanlar rahatça ve hoşgörü içinde yaşamakta ancak normalde hâkim nüfus yapısını oluşturduklarında muhtemelen kendisinden olmayanları bu kadar çok hoşgörü ile karşılamayacak olanlar, Amerika'da birlikte yaşamaya bir anlamda mecbur kalmışlardır. Amerikanın iç bölgelerine doğru gittikçe, yani etnik yapı tekleştikçe, renk tekleştikçe, din tekleştikçe hoşgörü de azalmaktadır. Aslında bu sonuç doğa yasalarının da normal bir getirisidir. Bir köye bir yabancı girdiğinde ya da bir yabancı aile girdiğinde, yerli halk elbette ki bu yabancıya karşı soğuk davranacaktır. Bu nedenledir ki ötekiler daha çok ötekilerle beraber, ABD'de yaşamayı tercih etmektedir. Amerikanın doğu bölgesindeki nüfus yapısına bakıldığında durum daha net görülmektedir. Örneğin, 1.750.000 Yahudi New York City'de yaşamaktadır. Bu oran bu kenti İsrail'den sonra dünyada Yahudilerin en yoğun yaşadıkları ikinci kent konumuna getirmektedir. Philadelphia'da 285.000, Miami'de 535.000, Los Angeles'da 490.000’dir. Müslümanların oranı ise New York için 2000 yılına 152.337, Los Angeles'da 167.548, Philadelphia'da ise 26.285 olarak görülmekte. Siyah nüfus ise yine 2000 ve 2001 yılı oranlarına göre Philadelphia'da 655.824, genel nüfusun %45'i, buna karşılık New York’ta ise 2.129.762 yaklaşık % 27 oranıyla % 12,1 olan ABD genel siyah nüfus oranının çok üstünde görülmekte. Bu oranlar iç bölgelere gidildiğinde ise daha çok farklılık göstermektedir. Örneğin; Amish'lerin yoğun olarak yaşadığı Lancaster, Pennsylvania'da siyah nüfusun oranı genele göre % 2.8'dir. Phoenix, Arizona'da ise siyah nüfus genel nüfusun ancak %5.1’ini bulmaktadır. State College, Pennsylvania'da ise bu oran % 3.69 seviyesine düşmektedir. ([25])
ABD özelinde de yine çok kültürlü, heterojen yapının insanların birlikte yaşamasını kolaylaştırdığı görülmektedir. Ötekiyle yaşamak kavramı üzerinde tartışmak gerek. Öteki nedir? Bizden olmayan, aynı etnik kimlikten olmayan, aynı dinden olmayan, rengi değişik, yani bize benzemeyen. Öteki ile yaşamak zor mudur? Elbette ki zordur. Ancak zor olduğu kadar da kolaydır. Ya beriki, yani bizden olan, bizim gibi olan. Aynı kültürü dili paylaştığımız insanlar. Beriki ile yaşamak zor mudur? Yok değildir, kolaydır, aslında bizi ancak onlar anlar. Ya da biz öyle düşünürüz. Bireylerin bir başkasından hoşlanmama hakları vardır. Kimse kimseyi sevmeye zorlanamaz. Bir insan, bir insandan nefret de edebilir. Ancak bu duygusal öngörüler eyleme dönüştürüldüğünde ortaya suç çıkmaktadır. Yasaların birincil görevi, insanların birbirine karşı olan güvenliğini sağlamaktır. İnsanoğlu temelde can ve mal güvenliklerinin korunması amacıyla devlet aygıtını yaratmış ve yasaları yapmıştır. Yasalar bizi birbirimize karşı korumalıdır. Bu gerçekleştiği oranda kişiler güvendedir, hiç bir ayrım olmadan. ([26]*)  İşte çok kültürlülük kavramı ahlak anlayışına da farklı bir bakış açısı getirmiş, kendinden olmayana-bu farklı dinden, ırktan, renkte ya da cinsel tercihten olabilir- daha fazla saygı göstermeyi istemiştir. Şöyle ki; çok kültürlülük kavramı ile beraber, daha doğrusu kültür çeşitliliğinin artması ile beraber ahlak kavramı da değişmiş, kimine göre ahlaksız olan diğerinin yaşam stili, hayat felsefesi, yaşayış biçimi ve tercihi olmuştur. Hal böyle olunca da birlikte yaşama daha da zorlaşmıştır. Bunun sonucunda da daha fazla töleransa, daha fazla hoşgörüye ihtiyaç duyulmuştur. Olaya hoşgörü ile bakabilenler sosyal yaşamına devam etmiş, hoşgörü ile bakamayanlar ya toplumdan soyutlanıp, bireyselleşmiş ya da sivrilip radikalleşmiştir.   
    
C-)ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK BİÇİMLERİ  
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal ŞAN’a göre; “temel olarak çokkültürlülük olarak adlandırılan kültürel çoğulculuk biçimi, özünde liberal bir çoğulcu toplum tasarımı olarak gelişim göstermeye başlamış bir siyasi akımdır. Bu anlamda bu kavram, kültürel kökeni ne olursa olsun farklı kültürel geleneklerin eşitlik esasına dayanarak bir arada yaşamalarında herhangi bir sorunun olmadığını ifade eden siyasal ve toplumsal bir sistemin ifadesi olarak ortaya çıkmıştır([27]). Çokkültürlülük tek başına farlılık ve kimlikle ilgili bir kavram olmayıp, kültürle kaynaşmış ve ondan beslenen farklılık ve kimliklerle, yani bir grup insanın kendilerini ve dünyayı anlamakta, bireysel ve toplu yaşamlarını düzenlemekte kullandıkları inançlar ve uygulamalar bütünüyle de alakalıdır ([28]).Çokkültürlülük terimi ilk bakışta yekpare bir toplum tasarımı sunar gibi görünse de bugün için bu başlık altında mütalaa edilecek birbirlerinden farlı çoğulculuk biçimleri bulunmaktadır. Liberal teorinin bireysel hakları öne alan yaklaşımı ile cemaatin ve grupların haklarını temel alan toplulukçu /cemaatçi çokkültürlülük biçimleri bunların başında gelirse de konu yine de birbiri ile ihtilaflı bir çok alt dallara da ayrılmaktadır. ([29])

Bugün çokkültürlülüğü bir devlet politikası olarak tanıyan ya da tanımayan ülkelerin uygulamakta oldukları çeşitli çoğulculuk biçimleri bulunmaktadır. Liberal gelenek içinde oluşturulmuş olan bireysel haklar çerçevesinde çeşitliliği savunan ve bireyi bir yurttaş kimliği çerçevesinde haklara kavuşturan yaklaşım ile cemaati, hakların temeline oturtan cemaatçilik ( communitarianism ) yaklaşımı birbirleri ile rekabet içinde gelişimlerini sürdürmektedirler. Bu anlamda çağdaş siyaset teorisinde temelde iki farlı çokkültürlülük ve yurttaşlık modelinden söz edebilmek mümkündür. Bunlardan ilki kökeni   John Locke, Thomas Hobbes, Montesquieu, Vico ve Herder gibi düşünürlere dayanan ve günümüzde J. Rawls, J. Raz , Kymlicka gibi düşünürler   tarafından temsil edilen Liberal –sözleşmeci çokkültürlülük ve   yurttaşlık modeli, öteki de günümüzde Charles Taylor ve Michael Walzer, Alasdair MacIntyre gibi kuramcılar tarafından seslendirilen cemaatçi / komüniteryanist   yaklaşımıdır.

Bu yaklaşımlara ilk olarak liberal kuramdan hareketle bakacak olursak liberal çokkültürlülük modelinin (daha doğrusu liberal çoğulculuk demek daha uygun olacaktır ) en ayırt edici özelliğinin, bireyi özgül bir toplulukla değil, ama bir kategori ya da yurttaşlıkla olan ilişkisi içinde ele alan bir yaklaşıma sahip olduğunu görürüz. Liberal yurttaşlık anlayışına göre, bir toplumu oluşturan bireylerin tümü, tanımlanmış ve değişmez bir “iyi yaşam” kavramını paylaşmazlar. Bu nedenle devletlerin dayanacağı ve hedeflerini meşrulaştıracağı bir ahlaki kaynağı da olamaz. İyi yaşamın birçok türü bulunmakla birlikte bunlardan hiçbiri ötekinden daha az değerli olmadığı için bunların birbirleri ile kıyaslanması söz konusu değildir. Her biri farklı bir biçimde değerlidir. Benzer bir mantıkla, kimi rejimler bir diğerinden ne daha az ne de daha çok meşrudur. Bunların tümü farklı nedenlerden dolayı meşrudur([30]). Michael Walzer’in son derece özlü bir şekilde ifade ettiği gibi liberalizm için ayrıcalıklı bir çoğunluk ya da özel haklarla mücehhez bir azınlık yoktur([31]). Liberal bakış açısına göre birey, kendi yaşam alanını seçme, yargılama, inceleme ve yeniden gözden geçirme yönünde düşünsel yeteneklere sahip bir benlik olarak tanımlanmıştır: “Toplum bireyin yararına ilişkin farklı ve birbiri ile rekabet eden anlayışlara imkân tanımalı ve sosyal kurumlar iyi yaşam sağlama konusundaki görüş çeşitliliğine bir çerçeve oluşturmakla sınırlı bir görev üstlenmelidir. ([32]) Liberal rejimler, iyi yaşama bakış açıları uyuşmayan insanların, hepsinin de adaletli olarak kabul edecekleri koşullarda beraber yaşamaları amacına koşulmuş bir sistem oluşturma peşindedir([33] ).Liberal teori “yurttaşların evrensel eşitliği adına, siyasal görüş dışındaki bütün farklılıklara kayıtsız kalmayı veya bunları siyasette gözetilen konuların dışına çıkarmayı” öne alan bir perspektiftir. Bu bakış açısına göre siyasal farklılıklar dışında kalan farklılıklar başkalarını değil, sadece söz konusu kişiyi ilgilendirir ve dolayısıyla da kişinin dini, ahlaki inançları ve aile yapısıyla birlikte özel alana girer.

Birey özgürlüğünü kendine eksen alan Liberal kuram 1980’li yıllardan sonra cemaatçilik/ toplulukçuluk akımı tarafından şiddetli bir eleştiriye tabi tutulmuştur. Komüniteryanizm ( communitarianism)   80’li yıllarla birlikte,   aslında liberal teorinin sınırlarına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Komüniteryenler sadece liberal fikirleri değil, liberal teorinin tümünü, birey üzerinde çok yoğunlaşmış olmaları bakımından, bireysel özgürlüğe aşırı önem vermiş olmaları ve insanın kendisini geliştirmek bakımından iyi işleyen bir toplumsal yapıyı öngörmekte yetersiz olmaları bakımından eleştirmektedirler. Komüniteryenlere göre liberal teoride haklara yapılan tek yanlı vurgu, kültürel atmosferden, topluluk bağlarından ve gerçek bir insanın tüm kişiliğini oluşturan hayat hikayesinden soyutlanmış, içi boşaltılmış bir bireye ilişkin bulunmaktadır. Halbuki birey olarak her birimiz, kişiliğimizi, yeteneklerimizi ve hayattaki kazanımlarımızı ancak bir topluluk içerisinde gerçekleştirme imkanına sahip olabiliriz. Bu nedenle komüniteryenler, esas alarak siyasal hayatın topluluğu inşa etmesi gerektiğini, çünkü bireyliğin ancak topluluklar tarafından şekillendirildiğini savunurlar([34]). Böylelikle de alt grupları saran büyük toplum yerine ulustan daha küçük olan gruplardan kaynaklanan bir haklar kuramının oluşturulmasının çabası içinde olmuşlardır. Bu da ortak bir iyi kavrayışı ile tanımlanmış grupların teorisi ile mümkün olabilecektir.   Bu nedenle tek tek üyelerin amaçlarını gözden geçirme yetilerini sınırlandırsa bile, grupların bir ortak iyi kavrayışını ilerletebilecekleri bir “ ortak iyi politikası” geliştirmek isterler. Üyelerin grup değerlerine “kurucu” bir bağla bağlı olduğuna inanan cemaatçiler, ortak değerlerin savunulması adına kişi haklarının sınırlandırılmasında da herhangi bir sakınca görmeyeceklerdir([35]).

Cemaatçi çokkültürlülük anlayışının temel argümanı çoğunluk kültürü karşısında dezavantajlı bir konumda bulunan grupların kültürlerinin korunması esasına dayanmaktadır. Liberal devlet geleneğinin bireysel hak ve özgürlükleri öne alan ve eşit hak ve sorumluluk esasına dayanan vatandaşlık anlayışı ile bu dezavantajlı grup ve etnisitelerin sorunlarının çözüme kavuşması cemaatçilerce son derece önemli bulunmamaktadır. Cemaatçiler, liberal yaklaşımı benliği çevre ve toplumsal ilişkilerden izole ederek parçalamakla suçlarlar. Cemaatçi düşüncenin en önde gelen ismi Charles Taylor’a göre çağdaş toplumun önündeki en ciddi sorunlar ahlaki ufkun kararması ve sahiciliğin   (authenticity) yok olmasını ile ortaya çıkmıştır. Taylor bunu şöyle açıklamaktadır :   “Başka türlü ifade edersek, kimliğimi yalnızca önem taşıyan şeyler temelinde tanımlayabilirim. Ama tarihi, doğayı, toplumu, dayanışmanın gereklerini kendimde bulduklarım dışında her şeyi parantezin dışına atmak, önem taşımaya aday her şeyi ortadan kaldırmak olur. Ancak tarihin, doğanın taleplerinin benim gibi insanların ihtiyaçlarının, vatandaşlık görevlerinin, Tanrı’nın çağrısının ya da bu nitelikte başka bir şeyin ciddi önem taşıdığı bir dünyada yaşıyorsam, kendim için bayağı olmayan bir kimlik tanımlayabilirim. Sahicilik benliğin ötesinden kaynaklanan taleplerin düşmanı değildir; bu talepleri öngerektirir” ([36])

Toplulukçu/cemaatçi yaklaşım, teorisini oluşturan farklı isimlerin birbirlerinden ayrışan bir düzlemde geliştirdikleri bir kuram olmakla birlikte temelde kamu yaşamına katılımda “topluluk” olgusuna verdikleri belirgin üstünlükte oy birliği içinde bulunmaktadırlar. Toplulukçulara göre, liberal demokrasinin üzerine dayandığı evrensellik, değer yansızlığı ve laiklik gibi idealler iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Bu ideallerin ardında, liberalizmin ortak yararı, yurttaşlar topluluğunun bütününü dikkate almak ve yurttaşlığa ilişkin siyasal erdemleri ve “iyi yaşamı” tanımlamak konusundaki yetersizliği bulunmaktadır. Bu yetersizliğin en belirgin sonucu ise, yurttaşın yaşamın özel yaşam ve kamusal olarak ikiye ayrılması ve sosyo-politik düzenin ahlaki ve dinsel sorunlar karşısındaki sözde yansızlığı/ilgisizliğidir([37]).

Liberal ve cemaatçi çoğulculuk ve cokkültürlülük algılarını tekrar değerlendirdiğimizde her iki cephe arasında belirgin farklılıkların olduğu görülmektedir. Liberalizmin kabul ettiği çoğulculuk kültürel bağlılıkların ve kültürlerin çokluğunu bir yük olarak değil bir avantaj olarak kabul eden bir yapıya sahiptir. Kültürler çoğaldıkça bireyin önündeki seçenekler de artmaktadır ve zaten liberalizm de bir bakıma seçme özgürlüğü anlamına gelmektedir. Ancak liberallerin sevdiği farklılık ile cemaatçilerin sevdiği farklılık kavramları örtüşmemektedir. Liberallerin değer verdiği ve yücelttiği farklılık bireye dönük olarak işlemektedir. Buradaki “farlılık”, insan olmanın ve kişinin kendi hayatını yaşamasının değişik yolları arasındaki seçeneklerin bolluğuna işaret etmektedir. Cemaatçilerin hararetle savundukları faklılık ise içselleştirilmiş farklılıktır. Buradaki “farklılık”, öteki yaşam biçimlerini seçenek olarak görmeyi reddeden ya da göremeyen, bir duruma –kişinin olduğu gibi kalmaya, hayatını bu şekilde sürdürmeye ve kendisini bunun tersine yönelten bütün ayartmalara direnmeye kararlı ya da mecbur oluşuna işaret etmektedir. Kısaca, liberal “farklılık”, grubun bireysel özgürlüğü sınırlama gücünü temsil ederken cemaatçi teorinin vardığı yer ise, grubun bu gücünü istediği gibi kullanmasına imkân tanıyan bir boyuta sahiptir”([38]).

D-)ÇOK KÜLTÜRLÜ TOPLUM ÖRNEKLERİ
Yukarıda açıkladığımız gibi dünyada birçok çok kültürlü toplum vardır. Fakat bu çok kültürlü toplumlar arasında bir arada yaşamayı becerebilen toplum sayısı pek de fazla değildir. Bu toplumlar arasında en bilinen iki ülke olan İsviçre ve Kanada örneğini-İsviçre özelinde- tartışıp, bu toplumların nasıl bir arada yaşayabildiklerini anlatmaya çalışacağım. Bununla birlikte çok kültürlü başka bir toplum olan ülkemizden de iki örnek üzerinde de konuyu somutlaştırmaya çalışacağım.   

a-)İsviçre
Çok kültürlü toplumları bir arada tutabilen politik bir kimlik oluşumunun ilk akla gelen örneklerinden biri olan İsviçre, ulusal kimliğini belli kavramların etrafında şekillendiren bir yapının ifadesidir. 1848 yılından beri federasyon olan İsviçre"nin ulusal kimliğinin hangi temeller üzerine oturduğunu anlamak için öncelikle kendine özgü belli özelliklerini vurgulamak gerekir. Ortak dili ve homojen kültürü olan ulusal topluluklardan farklı olarak İsviçre, dört farklı dili –Almanca, Fransızca, İtalyanca, Romanş- konuşan, Katolik ve Protestan nüfusuyla pek çok bölgesel kimliği içinde barındıran ve 26 kantondan oluşan bir çeşitlilik arz etmektedir. Siyasi ve askeri tarafsızlık, federal cumhuriyet yapısı ve doğrudan demokrasi ilkesi ise bu çok kültürlü kimliği bir arada tutan unsurlar olarak ön plana çıkmaktadır.
1-)Tarihsel Süreçte İsviçre Kimliğinin Oluşumu:
İsviçre kimliğinin altı yüzyıllık ulusal bir inşa sürecinden geçtiğini söylemek mümkündür. Tarihsel süreç içinde ele alındığında, bu çok kültürlü yapıyı birleşik ve kapsayıcı bir anavatan haline getirmek için, milliyetçiler bazı görevler üstlenmiş ve çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. Bu süreç içinde görüş farklılıklarının yer alması da, doğal olarak, en baştan beri kaçınılmaz olmuştur. Bir tarafta, daha çok Zürih tabanlı radikal reformcular çabalarını tarihsel çalışmalara yöneltmişler ve Wiliam Tell hikâyesi gibi tarihsel mitlerin içinde ve 1300lü yıllardaki İsviçre Konfedasyonu"nun oluşum sürecinde bu kimliğin köklerini aramaya başlamışlardır. Diğer yandan, ikinci grup vatanseverler ise dikkatlerini sosyal gelişmeye ve bu yapıyı tek çatıda birleştirecek kurumların oluşumuna odaklamışlardır.([39]) İsviçre kantonlarının bir çatı altında birleştirilmesi 1291 yılında Uri, Schwyz ve Unterwalden kantonlarının temsilcilerinin federal bir beyannameye imza atmasına dayanır. Bu beyanname ile taraflar, o dönemde Kutsal Roma İmparatorluğu"nda Avusturya düklüğünü elinde tutan Habsburg hanedanının hükmüne karşı çıkabilmek için birleşmeyi taahhüt etmişlerdir. 1315 yılına gelindiğinde ise Habsburg hanedanlığına karşı zafer kazanan bu üç kanton, Kutsal Roma İmparatorluğu"nun içinde İsviçre Konfederasyonu"nun varlığını güvence altına almışlardır. 1350"lerde ilk birleşen üç kantona ek olarak birliğe yeni kantonların katılması ile 15.yy"a kadar İsviçre 8 kantonlu bir yapı olarak varlığını sürdürmüştür. Kutsal Roma İmparatorluğu ile İsviçre kantonları arasında devam eden savaşlar sonucunda İsviçre, Kutsal Roma İmparatorluğu"na karşı fiili (de facto) bağımsızlığını 1499 yılında kazanmış ve nihayetinde 1648 Westfalya Antlaşması ile Avrupalı ülkeler İsviçre"nin Kutsal Roma İmparatorluğu"ndan ayrılmasını ve tarafsızlığını tanımışlardır.([40]) İsviçre tarihinde konferderatif bu kantonal yapıyı merkezi bir yönetim içinde eritmeye çalışma ve merkezi bir ulus yaratma girişimleri denendiyse de başarılı olamamıştır. Çünkü zaten İsviçre, Carrard"ın da belirttiği gibi, birlik ve çeşitlilik arasındaki dengenin ayakta tuttuğu bir ülkedir.([41]) 1798 yılında Fransız işgali ile birlikte, İsviçre, Helvet Cumhuriyeti adı altında merkezi bir hükümet etrafında birleştirilmiş ve kantonlar ortadan kaldırılmıştır. Fransa"nın uydusu haline gelen ve halk desteğinden yoksun olan bu merkezi yapı içinde, merkezi hükümeti destekleyen "cumhuriyetçiler" ve kantonlara özerklik verilmesini isteyen "federalistler" arasında ayrışmalar ve görüş farklılıkları ortaya çıkmıştır. Bu dönemde geçmişin kapsayıcı, çeşitli kültürleri kucaklayıcı vatanseverlerin aksine, özellikle 1770"lerden itibaren, milliyetçiler İsviçre"nin kendine özgülüğünün dış etkilerle zarar göreceği düşüncesiyle yabancılar ve eğitim için yurtdışından gelenleri tehdit olarak görmeye başlamıştır. Özellikle tedirginlik, Fransız devriminin kozmopolitizmi etrafında toplanmıştır. Buna tepki olarak, 18. yy. sonlarında İsviçre"de ulusal kimliğin öneminde artış olmuştur. Bu tepkilere paralel olarak, Fransız işgali ile Napolyon tarafından oluşturmaya çalışılan merkezi yönetimin başarısızlığı sonucunda, İsviçre"ye 1803 yılında özerkliği büyük ölçüde geri verilmiştir. 1815 Viyana Kongresi ile de o dönemde 22 kantondan oluşan İsviçre"nin bağımsızlığı ve tarafsızlığı yeniden tanınmıştır.([42]) Fransız devrimi dönemi ile ilgili olarak şunu da eklemek gerekir ki Fransız devriminin ardından, yeni Cumhuriyetçi liderler, ulusal retorik ile kendilerini ifade etmeye başlamışlar ve geçmişe atıfta bulunarak semboller kullanmaya başlamışlardır. Cumhuriyetçi rejim, kısa sürmesine rağmen, bu dönemde üzerinde durulan yurttaşlık kavramları ve yerel grupların benzer dillere adapte olmaları yönündeki zorlamalar, İsviçre ulusunun büyük ölçüde farkına varılmasını sağlamıştır. Fakat, Zimmer"e göre, bu dönemde milliyetçilik ve ulusallaştırma süreci, ilerleme kaydetmesine rağmen, tamamlanmaktan uzak kalmıştır. Özellikle Katolik kantonlar yerel düzeyde kontrollerini kaybedeceği korkusuyla karşı çıkmışlardır.([43])
İsviçre"nin bağımsızlığını yeniden kazandığı 1815 yılından sonra, 1845 yılında Katolik ve Protestan kantonlar arasında bir iç savaş yaşanmıştır. İsviçre topraklarındaki son silahlı çatışmayı temsil eden bu iç savaşta, Katolikler daha üniter bir İsviçre fikrine karşı çıkmışlardır. 1848 Anayasası, bütünleşme yolunda işe yaramış ve kantonların yerel konularda kendilerini yönetebildiği bir merkezi otorite oluşturulmuştur.([44]) 1893 yılında "doğrudan demokrasi" uygulamasına yönelik yeniden düzenlenen anayasa günümüzde tek örneğini teşkil etmektedir.
2-)İsviçre Kimliğinin Dayandığı Unsurlar:
İsviçre"nin farklı kültürel unsurlara dayanarak oluşturduğu ortak politik kültürün temel unsurları, öncelikle, federalizm, doğrudan demokrasi ve tarafsızlık olmuştur. Ulusal kimliğin önemli unsurlarından birini oluşturan doğrudan demokrasinin federal düzeydeki araçları, anayasal girişim ve referandum olmuştur. Böylece doğrudan katılım teşvik edilerek politik aidiyet vurgulanmaya çalışılmaktadır. 2006 yılında gerçekleştirilen bir ankete göre, İsviçrelilerin %75"i bu kimliği taşımaktan gurur duymaktadır. Aynı anket sonuçlarına göre, İsviçrelilerin dayandığı 3 temel unsur, yine güvenlik, barış ve tarafsızlıktır. Ayrıca, İsviçre"nin ekonomik gücü ve sahip olduğu dünyaca ünlü markaları da bu ülke halkının kendilerini İsviçreli olarak tanımlamalarında önemli unsurlardan biri haline gelmiştir.([45]) "Willensnation" (halkının idaresiyle ayakta duran ulus) ifadesi, İsviçre kimliğinin dayandığı önemli bir sembolü tanımlamaktadır. "Çeşitlilik içinde birlik" (unity while maintaining diversity) deyimi, İsviçre resmi sitelerinde ve belgelerinde yer alan, çok kültürlülüğe ve çok dilliliğe vurgu yapmak amacıyla ve dünyaya İsviçre"yi tanıtırken kullanılan ve övünülen bir özellik olarak ön plana çıkarılmaktadır.([46]) Bu bağlamda, birlik ve çeşitlilik arasındaki dengeye vurgu yaparak ayakta kalmayı başaran İsviçre, farklı ulusları, dinleri, dilleri, bölgesel kültür ve ekonomileri biraraya getiren yapısıyla, Avrupa Birliği (AB) önünde önemli modellerden biri olarak gösterilmektedir. Her ne kadar benzerlik taşısa da İsviçre"nin kendine özgü tarihi ve fiziksel koşullarının bu sonuca katkısı ve tarafsızlık politikasının kendine özgülüğü dikkate alındığında bu modelin AB için çok gerçekçi bir yaklaşım oluşturmadığı tartışılmaktadır.([47])
AB örneğinde halkların aidiyet hissini artırma amaçlı milli gün, ortak değerler, ortak bayrak gibi sembollere vurgu yapılması örneğinde olduğu gibi, 1848 yılında bütünleşmeye önemli katkısı olan anayasal süreç ile birlikte ve ancak federal devlet kurulduktan sonra İsviçre"de de ulusal semboller aranmaya başlanmıştır. Bu anlamda, kökleri 14. yüzyıla dayanan ulusal bayrak, kantonların orduları arasında birbirlerini tanımalarını sağlamaya yönelik ortak bir sembol olarak 1848 yılında resmen kabul edilmiştir. Bu ulusal sembol, Unus pro omnibus, omnes pro uno "Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için" parolasıyla pekiştirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, William Tell, bu bağlamda bilinen en önemli ulusal kahramanlardan biri haline getirilmiştir. 14. yy.da İsviçre"nin merkezinde yaşadığı söylenilen fakat gerçek varlığı hiçbir zaman kanıtlanamayan Tell, tarihi bir figürü temsil etmektedir. Alplerin cesur kimliğini simgeleyen bir kahraman olarak gösterilen William Tell, canlandırıldığı hikaye ya da oyunlarda 14. yy.da İsviçre Konfederasyonu"nun kurucusu olarak şu sözlerle sahnelenmektedir: "Bize tek bir kardeşlik, ihtiyaçta birlik ve tehlikede ayrılmazlık kurmamıza izin verin!" Dolayısıyla İsviçre kimliğinin oluşumu, 14. yy.daki soylu hakimiyetinin yerini kardeşliğin alması olgusuyla mitlerle açıklanmaya çalışılmaktadır.([48]) Benzer şekilde, ulusal feminen bir ikon olarak "Helvetia" önemli bir figür olmuştur. Kantonları bir arada tutan federal devleti sembolize eden Helvetia, çocukları arasında uyum yaratmaya çalışan tarafsız orta yaşlı bir anneyi temsil etmektedir ve örneğin bozuk paraların üzerinde bir sembol olarak kullanılmaktadır.([49]) Her iki figürde günümüzde hala kullanılmaya devam etmektedir ki Tell İsviçre halkının özgürlüğü ve bağımsızlığının simgesi ve Helvetia ise konfederasyon içindeki uyum ve birliğin simgesi olarak gösterilmektedir.
İsviçre ulusal kimliğinin şekillendirilmesinde bu ülkenin coğrafi özelliklerinden de yararlanılmıştır. Canetti (1960:191-203)"den alıntı yapan Zimmer, "ulusların onsuz yapamadığı ve farklı bireylerde ortak bir bilincin oluşmasına katkıda bulunan unsurun ulusal semboller olduğu"nu vurgularken, İsviçre için bu unsurun Alp Dağları olduğunu ifade etmektedir. 1800"lerin ortalarında 1870"lere kadar olan Alplerin İsviçre kimliğindeki yerini "doğanın ulusallaştırılması" (nationalization of nature) olarak adlandıran Zimmer, bu dönemden II. Dünya Savaşı"nın sonuna kadar geçen süreyi "ulusun doğalaştırılması" (naturalization of nation) olarak adlandırmaktadır. Bunun nedenini ise, ilk dönemde Alpler hakiki İsviçrelileri yansıtırken, sonraki dönemde Alpin görünümün ulusal karakterin belirleyicisi olarak betimlenmesine bağlamıştır.([50]) İsviçre ulusal kimliğinin oluşumunda ortak sembollerin ve değerlerin katkısına rağmen, çok kültürlü İsviçre politik kimliği altında yer alan kantonlarda kültürel milliyetçiliğin en azından Avrupa ulus devletlerinin milliyetçilikleri kadar güçlü olduğu söylenebilir.([51]) Bu bağlamda, kantonlar her zaman ulusal kimlikten önde olmuş ve ulusal semboller yapay kabul edilmiştir. Öyle ki 1 Ağustos olan milli gün 20. yy.ın sonlarına kadar resmi tatil olamamıştır. Çok az sayıda insan milli marşlarını ezbere bilmektedir. İngiliz marşına yakın olan ve eleştirilen bu milli marş, 1961 yılında başka bir ünlü şarkının federal hükümet tarafından ilan edilmesiyle değiştirilmiş, fakat bu şarkının resmen milli marş halini alması 1981 yılını bulmuştur.([52])
Federal yapı içinde İsviçre kimlik düzeyleri, komünal (belediye), kantonal, dil ayrımına dayalı bölgesel (Almanca, Fransızca, İtalyanca ya da Romanş konuşanlar), ülkesel ve kıtasal anlamda Avrupa olarak tanımlanabilir. Kimlik kategorilerindeki bu farklılık federal yapıda görevlerin de benzer tabakalar arasında bölünmesine neden olmuştur (federal, kantonal ve komünal görevler). Eurobarometer 2000 sonuçlarına göre, bu yapılanma içinde dil bölgelerine olan bağlılık son yıllarda artış göstermektedir. Fakat yine de genel olarak incelendiğinde, özellikle yaşlı nüfus açısından, İsviçrelilerin önemli bir bölümü kendini hala İsviçreli olarak tanımlamaktadır. Bu verileri değerlendiren Métral, gençlere oranla yaşlı nüfusun İsviçreli kimliğine bağlılığını, gençlerin savaş dönemlerindeki mücadeleleri yaşamamış olmasına ve direkt olarak çok-dilli bir yapının içine doğmasına bağlamaktadır.([53]) Ayrıca, Eurobarometer verilerine göre, 1990"lı yıllar öncesi kimlik tanımlama konusunda İsviçre halkı arasında daha çok İsviçreli olmaya vurgu yapılırken 1990"lı yıllara gelindiğinde dil bölgelerine bağlılığın arttığı görülmektedir. Bunun nedeni ise İsviçre"nin daha geniş oluşumlara entegrasyonu gösterilmektedir.([54]) Soğuk Savaşın sona ermesiyle İsviçre halkının algılamasındaki değişimin önemli bir kısmında ayrıca dış baskıların kesilmesi de etkili olmuştur.
Ulusal kimlik inşa sürecinde ‘öteki" yaratma ve kimliği karşıt bir unsur üzerinden şekillendirme, ortak değerlere vurgu yapmanın yanında önemli bir unsurdur. Bu durumda kimlik, karşıtlık ilişkileri içinde ne olduğuna göre değil, ne olmadığına göre tanımlanmaktadır. Dolayısıyla kimliğin üyeleri birbirine benzemekten çok, topluluk dışındakilerle olan farklılıkları bakımından benzerlik taşımaktadır.([55])İsviçre kimliğinin tarihsel sürecinde, bu kimliğin bir öteki üzerinden şekillendiğini söylemek güçtür. Her ne kadar İsviçre ulusal kimliği bir ötekileştirme sürecinin üzerine inşa edilmese de İsviçre halkı da ulusal kimliklerini tehdit eden bazı unsurlardan çekince duymaktadır. Bunlardan biri, halkın İsviçre kimliğini tehdit ettiğine inandığı göç unsurudur. 2006 yılında yapılan bir ankete göre, halkın %74"ü göçü bu çok kültürlü kimliğin üzerindeki önemli bir tehdit olarak görmektedir.([56]) Bu noktada, Erdenir"in de belirttiği gibi, İsviçre kimliği farklı kültürel unsurları bir arada barındırırken bir noktaya kadar kapsayıcı olmuştur; fakat farklılıklar üzerine şekillenen ortak politik kimliği korumak için daha ileriki derecedeki farklılıkları da dışlamak zorunda kalmıştır. Bu nedenle, göçmen politikalarında gitgide katılaşma yaşanmıştır.([57]) Özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde, uluslararası kuruluşlara üye olması da göz önüne alındığında, dünyaya açılma ulusal kimliğe bir tehdit olarak algılanmaktadır.([58]) Farklı kültürler unsurları bir arada tutabilmek için dışarıya karşı izolasyona varan politikalar izleyen İsviçre"de halkın dışa açılma konusunda endişeler taşıması beklenebilecek bir durum olarak görülebilir. Zaten Avrupa Ekonomik Topluluğu(AET) üyeliği konusunda, 1992 yılında İsviçre"de gerçekleştirilen referandum sonuçları da bu tedirginliği yansıtmaktadır. Bu referandum sonuçlarına göre, halkın %50,3"ü üyeliğe karşı çıkarken %49,7"si üyelik yönünde olumlu oy kullanmıştır. Veriler dil bölgelerine göre değerlendirildiğinde ise daha ziyade Almanca ve İtalyanca konuşan bölgelerin ‘hayır" oyu kullandığı gerçeğine varılmıştır. AET üyeliği yönünde olumsuz oy kullananların argümanlarına bakıldığında, üyeliğin egemenlik kaybı ve İsviçrelilerin sivil haklarını kısıtlayıcı bir unsur olacağı görülmektedir. Ayrıca, AET üyeliğinin aynı zamanda AT üyeliği anlamına geleceği ve İsviçre"ye işçi akımının olacağı ve bu nedenle de işsizliğin artıp maaşların da beraberinde azalacağı korkuları olumsuz oyların temelinde yatmaktadır. Bu verileri değerlendiren Müller, dilsel bölgelerden gelen farklı sonuçları 4 farklı nedene bağlamaktadır. Ekonomik krizler Fransızca konuşan bölgelerde fazla hissedilmesi ve Fransızca konuşan halkın Almanca konuşanlara göre daha azınlık statüsünde olduğu için Avrupa"da bir azınlık olmayı daha az endişe verici bir durum olarak görmeleri bu nedenlerden ilk ikisidir. Almanca konuşanların AET üyeliğine olumsuz oy vermelerindeki belki de en önemli neden, bu halkın kendisini komşusu Almanya"dan daha ziyade çok eski İsviçre değerleri olan tarafsızlık ve bağımsızlığa ait hissetmesidir. Son olarak da Fransız İsviçrelilerin pro-Avrupalı yaklaşımı bu sonuçlarda etkili olmuştur.([59]) Ayrıca şunu da vurgulamak gerekir ki, dilsel farklılıkların İsviçre kimliğinde oldukça önemli bir yeri olmasına rağmen İsviçre halkının aynı dili paylaştığı ulusla birleşmeyi seçme yerine İsviçre kimliği altında politik bir oluşumda yer almayı tercih etmelerinde farklı bölgelerdeki yurttaşlar arasında kurulan iletişim oldukça etkili olmuştur. İsviçre bu iletişimi kurma konusunda öyle başarılı olmuştur ki yukarıda belirtilen referandum sonuçlarına da bu yansımış ve Almanca konuşan kesim, AET altında da olsa Almanya etkisine girmektense İsviçre kimliği altında farklı dilleri paylaşan unsurlarla bir arada olmayı tercih etmişlerdir. Deutschen"da belirttiği gibi([60]), Almanca konuşan bir yurttaşın, Almanca konuşan bir yabancının Almancasından ziyade Fransızca konuşan bir İsviçrelinin Fransızcasına yakın hissettiğini söylemesi aynı değerlerde farklı kavramlar ile anlaşabilmenin çok da önemli olmadığını göstermektedir.
Kısacası, İsviçre kimliği farklı kültürleri bir arada tutan politik bir oluşumun simgesidir. Müller"in deyimiyle, "İsviçre coğrafi, etnik ya da dilsel sınırların önceden tanımlanmadığı siyasi bir oluşumdur ve eğer kültürel ya da dilsel bir kimlik varsa, bu siyasi entegrasyonun temelleri değil, tersine sonucudur". Dahası İsviçre oluşumu, puzzle"ın bir çeşidine benzemektedir: küçük küçük topraklar ve az çok bağımsız ülkeler, bazen tek tek bazen birlikte fetih ya da satın alma ile bir araya getirilmiştir. 550 yıl gibi bir süreçte, merkezi, başkenti ve ortak bir hükümeti bulunmayan bu oluşumda, güvenliğin garanti altına alınmış olması, bu yapının üyeleri için yeterince çekici gelmiştir.([61]) Sonuçta, dilsel, dinsel ve kültürel anlamda 26 ayrı kantonu bir arada tutan unsur, "İsviçre federasyonunun kantonlara, kendi bireysel kimliklerini koruma izni vermesidir" diyebiliriz.(*)
b-) Güzndüzlü, Hilmiye ve Hacıkara Köyleri
Günümüzde Türkiye sınırları içerisinde yaşayan birçok farklı grup ve onlara ait farklı kültürler bulunmaktadır. Bu özelliği Türkiye’nin coğrafi ve tarihi konumundan kaynaklanmaktadır. Yüzyıllar boyunca Anadolu, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır ve bu medeniyetler barış içerisinde yaşamayı başarmışlardır. Günümüz Türkiye’sinde de aynı durum gözlenmektedir. Aynı topraklar üzerinde daha önceden buralara yerleşmiş topluluklar, aynı devletin çatısı altında yaşamaktadırlar. Farklı insan gruplarının birlikte paylaşılan bir toprak parça ve birlikte oluşturdukları kültür renkliğini, günümüz post-modern düşünürlerin toplum anlayışını oluşturmaktadır. İşte İnegöl’e bağlı Gündüzlü, Hilmiye ve Hacıkara köyleri, üç farklı etnik grubun üç farklı kültürü birlikte yaşadıkları ve hoşgörü içinde sürdürdükleri bir yaşam alanını oluşturmaktadırlar. Hepimizin ortak amacı, farklı renkleri görerek, birbirimizin farklarının söyleyerek, dostluğumuz büyüterek, insan olarak birlikte gelişmek olduğuna göre, Gündüzlü, Hilmiye ve Hacıkara köyler post-modern toplum kuramcıların öne sürdüğü ‘farklılıklarının birlikte yaşaması gerektiği' anlayışının en iyi örnekleridir. Bu köylerde Çerkez, Gürcü ve Türkmen gelenek, görenek ve yemekleri yaşatılmaktadır. Düğün ve asker uğurlama törenleri kendi kültür ve yaşam biçimlerini yansıtmaya devam etmektedir. Her üç farklı yaşam biçimi hem kendi öz değerlerini yaşlarken hem de çocukların taşıma sistemi ile aynı okulu paylaşmaları ile birlikte yaşamayı sürdürmekteler. Bu tür eğitim sisteminde farklı din, ırk, dil ve kimlikten öğrencilere saygı duymak ve onlara ait bu özellikleri eğitime taşıyarak eğitim ve öğretimi renklendirerek gerçekleştirmek hedeflenir. Çok kültürcü eğitim; saygı, sevgi ve hoşgörü içerisinde gerçekleşmesi beklenen bir eğitim türüdür. Eğitimin yanı sıra, ekonomideki işbirliği ve zaman içinde kız alıp verme ile akrabalık ilişkilerinin gelişmesi sonucu, farklılıkların birlikte olabileceğini de örneklemekteler. Her üç köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Fakat değişen ekonomik yapı sonucu büyük şehre göç yaşanmıştır. Böylece küçülen tarım ve hayvancılık alanı farklılığın birlikteliğini sürdürmeye çalışan köy gençlerini, İnegöl ya da Bursa’da bulunan sanayi ve endüstri alanına göç etmeye zorlamaktadır. Toplulukların kültür değerleri, onların farklı yemek kültürüne, düğünlere, cenaze ve geleneksel törenlere, bayramlara, şenliklere sahip olması anlamına gelmektedir. Aynı ülke sınırları içindeki insanların dahi bölgesel farklılık sebebiyle birbirinden farklı kültür değerleri vardır. Bu değerler göz ardı edildiği takdirde kültürler arası çatışma, birbiri üzerine egemenlik kurma isteği ve insanlar arasında huzursuzluk baş gösterecektir. Daha barış dolu bir dünya için toplumların sahip olduğu kültür değerlerine saygı duyulmalı, kültürler arası değerler farkındalığı yaratılarak, her birinin öz değerleri korunmalıdır. Çok kültürcülük ve küreselleşme birbirine zıt gibi görünse de çok kültürcülük söylemi küreselleşmenin de bir parçası olarak gelişmektedir. Gündüzlü, Hilmiye ve Hacıkara köyleri, çok kültürlülük söyleminin gerçekleştiği ve farklılıkların bir renk cümbüşü oluşturarak barışın, hoşgörünün, saygının ve sevginin yeşerdiği insan topluluklarını içermeye devam ettiği bir yerleşim bölgesidir. Farklı kültürlerin ve yaşam biçimlerinin daha iyi anlaşılabilmesi ve bu farklılığın temellendirilmesi için; ‘din, dil ve ırk farklılığı’, ‘coğrafi konum’, ‘tarihi miras’, ‘eğitim’, ‘ulus bilinci’ ve ‘kültürler arası iletişim’ unsurlarına dikkat etmek gerekir. Gündüzlü, Hilmiye ve Hacıkara köyleri, bu unsurları olumlu anlamda günümüze taşıyan ve yaşatan insanların birlikteli¤ini örneklemektedir. Çünkü bu köylerin insanları uzun yıllardır birlikte barış, hoşgörü, demokrasi bilinciyle yaşama kültürünü oluşturmuşlar ve yeni nesillere aktarmayı becermişlerdir. Kurdukları derneklerle hem kendi öz değerlerini korumuşlar hem de diğerlerine kendilerini anlatma ve diğerlerini öğrenme bilincini kazanmışlar. Her üç köy de aynı derenin değişik kıvrımlarında yer almasıyla suyun ve yeşilin birlikteliğini yansıtmaktadır. Derenin çeşitli aşamalarında yapılan setlerin oluşturduğu küçük çağlayanlar, aynı zamanda üç yaşam biçiminin de simgeleri olarak, farklılığın tek sesi olmaktadır. Farklılığın rengi olarak çağlayan sular ve yeşilin değişik tonları, kültürlerin ve yaşam biçimlerinin buluşmasını sağlamaktadır. Çokluk ve farklılık içinde birlik olmak, yaşamın ve insanın güzelliğini temsil etmektedir. Böylece üç farklı köy, ama farklı renkleri birleştiren “Üni-Köy Projesi”nin en iyi örneği olarak kendilerini dünyaya ve bize açmaktalar.([62])

c-) Kanada

Kanada, yerli halklar ile iki Avrupa ulusu, Fransa ve Birlesik Krallik arasindaki mücadeleler sonrasinda dogmustur. Dünyanin her yerinden daha iyi bir yasam arayan göçmenlerin birbiri ardina gelen göç dalgalari ile Kanada büyümeye devam etmektedir. Son 40 yilda Kanada'nin etnik ve kültürel nüfusu artarak daha fazla çesitlilik göstermistir. 1971 yilinda, Kanada dünyada çokkültürlü politika izlemeyi kabul eden ilk ülke olmustur. Kanada zengin etnik ve irk farkliliklarini kabul edip bunlara deger vermektedir. Kanada'da 200'den fazla etnik grup birlikte yasamaktadir. 40'dan fazla kültür Kanada'nin etnik basininda temsil edilmektedir. Günümüzde Kanada nüfus artisinin yüzde 50'sinden fazlasi göç yoluyla olusmaktadir. Kanada Çokkültürlülük Yasasi (in English and French only), Kanada toplumundaki her kökenden insana, ayrica bireyler ve farkli kökene ait toplumlar arasindaki iliskilere tam ve esitlikçi paylasim sunmaktadir. Çokkültürlülük (in English and French only) sayesinde Kanada, tüm Kanadalilarin potansiyelini kabul etmekte, onlarin toplumlariyla bütünlesmelerine ve sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi konularda aktif görev almalarini tesvik etmektedir.
Kanada, “göçmen ülkesi” tanımına bütün anlamıyla uyan bir ülkedir. 1996 sayımına göre ülkenin nüfusu 28.528.125 olarak tespit edilmiştir. Nüfusun 8.806.275’i kendisini köken itibarıyla “Kanadalı” olarak tanımlamaktadır; geriye kalan 19.721.850 kişi ise kökenini “Kanadalı”lıktan daha başka göstermektedir. Resmi istatistikler çok farklı toplumsal kökenlere mensup kitlelerin özelliklerini en küçük ayrıntısına kadar veriyorlar. Devlet, belirli periyotlarla ülkedeki insanların toplumsal kökenlerine ilişkin istatistik bilgiler yayınlamaktadır. İlgili istatistikler incelendiğinde neredeyse dünyanın bütün ülkelerinden gelen insanların Kanada’da, Kanada vatandaşı olarak yasadıkları anlaşılıyor. Elbette ki değişik toplumsal kökenlere sahip insanların sayısı birbirinden çok farklı. Örneğin; Kanada vatandaşlarından 6.832.095 kişi İngiliz, 5.597.845 kişi Fransız, 1.207.475 kişi İtalyan, 921.585 kişi Çin, 799.010 kişisi ise Yerli olmasına karşılık, 1.750 kişi Kenya, 1.330 kişi Uganda, 255 kişi Pasifik Adaları kökenli veya bizi doğrudan ilgilendirmesi açısından 18.130 kişi Türk kökenlidir. Sıralamanın bu iki uç noktası arasında ise farklı kökene mensup yaklaşık 150 topluluk yer almaktadır. Kanada’nın “göçmen ülkesi” niteliğini daha ayrıntılı olarak tespit edebilmek için göç, sığınmacı ve etnik köken istatistiklerine bakmak yeterlidir. Ülke ve özellikle de büyük kentler, tamamıyla “salata kâsesi” nitelemesine uygun bir karışım özelliğine sahip durumdadır. Her yerde her ulustan insanı görmek, dünya üzerinde konuşulan
her dili işitmek ve bu dilde yazılmış bir yazıyı (gazete, tabela, ilan vs) okumak mümkündür. İngilizce ve Fransızcanın göreceli baskınlığına, modern hayat tarzının baskın yaygınlığına rağmen, dinde, dilden kıyafette, yasama sitilinde... her türlü farklılığı her an her yerde görmek
mümkün olabilmektedir.([63])
            d-)İstanbul
Çok kültürlü bir toplum olan İstanbul’a ise Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU’nun penceresinden bakalım; “ Tarihçi Philip Mansel’in “dünyanın arzuladığı şehir”, yazar John Freely’in de “saltanat kenti” olarak tanımladığı İstanbul da, iki ayrı kıtayı birleştiren, daha da önemlisi, “Doğu” ve “Batı” diye bilinen, farklı iki uygarlık arasında köprü oluşturan tek dünya kenti olup, aynı zamanda Yesrib’in Medine’ye dönüşmesiyle başlayan geleneğin derin izlerini de taşır. Bu kent, sadece Avrupa ve Asya arasına serpilmiş coğrafi bir bağlantı merkezi değil, aynı zamanda “Doğu” ve “Batı” düşüncesini buluşturan bir uygarlık köprüsüdür. Kuruluşu milattan önce yedinci asra kadar götürülen İstanbul’un bir imparatorluk başkenti statüsüne kavuşması Roma İmparatorluğu’nun bölünmesiyle başlar ve Bizans İmparatoru Konstantin, 353 yılında İstanbul’u başkent ilan eder ve bu tarihten itibaren İstanbul dünyanın odak noktalarından biri haline gelir. Bu tarihten sonra İstanbul tam bir imparatorluk şehri kimliğine bürünmüş, bu kimliği Osmanlı İmparatorluğu döneminde artarak devam etmiştir. Türklerin şehri fethetmesiyle İstanbul’un binlerce yıllık kent birikimine dinamik bir yapı daha eklenmiştir. Eski Yunan, Bizans ve Roma kültür birikiminin üzerine oturan İstanbul’un temelleri, İslam-Türk medeniyeti ile daha da kuvvetlenmiş ve İstanbul kenti bir imparatorluk şehri olmaya devam etmiştir. Bu başarı daha önce kurulu medeniyetlerin birikimlerine yeni unsurlar eklenerek sağlanmıştır. Fetih sırasında İstanbul’un yağmalanması önlenmiş ve günümüzdeki hoşgörüsüzlere parmak ısırtacak “çok kültürlü” toplumda bir arada yaşamanın ilk temelleri atılmıştır. İstanbul’un Türkler tarafından alınmasını müteakiben kente giren Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’ya giderek burada toplanan panik içindeki halka ve din adamlarına hitap etmiş, onlara güvenliklerinin teminat altında olduğunu müjdelemiş ve şehrin askerler tarafından tahrip edilmesine izin vermemiştir. Fatih’in imparatorluk başkenti yapmaya kararlı olduğu kentin nüfusunu korumak için çaba gösterdiği ve bu kente yaraşır bir sosyal ve ekonomik yapı oluşturmaya çalıştığı bilinmektedir. Din özgürlüğü bu yapının temel taşlarından biridir.
İstanbul’un Müslüman Türkler tarafından fethi, kent kimliği açısından bir dönüm noktası olmuştur. Fetih sonrası hızlı bir imar hamlesi ile çehresi değişmeye başlayan şehir, yavaş yavaş bir Türk-İslam kenti kimliğini kazanmıştır. İstanbul’dan söz açılınca Türklerin kurdukları vakıflardan, yaptıkları tesis, külliye, medrese, cami, türbe, kütüphane, sebil, hamam, köprü ve diğer kültür kurumlardan söz etmek, ve bunların şehre yeni bir kimlik kazandırdığını belirtmek elbette gerekir. Ancak İstanbul, sadece bu yönünü değil her dinden ve inançtan insanın kendi kültürel mirasını yaşattığı ve geliştirdiği bir kent olma özelliğini bugüne kadar hep korumuş, dün olduğu gibi bugün de toplumun ilim, sanat ve tefekkür hayatında belirleyici bir role sahip olmuştur. 19. yüzyıl sonrasında kent kimliğinin doğulu ve İslami mistik havasına batı esintilerinin eklenmesi, Cumhuriyet Türkiye’sinde Anadolu’nun farklı kültürlerinin ve hayat tarzlarının buluşması ve giderek yeni bir şehir kültürünün kurucu unsurları olmaya başlaması, modern zamanlarda küresel kültürün ve kültürcü küreselleşmenin nüfuzuna gözle görülür açıklığı kentin çok kültürlük gelişiminin ve bir dünya kenti olma özelliğinin dikkat çekici aşamaları ya da boyutları olarak dikkat çekmektedir. Belki İstanbul’u büyülü yapan da, bu birbirini perdeleyen zıtlıklar arasında ilişki kurabilme ve ahengi bulabilme heyecanıdır.”([64])
e-) Sadaka-Reut
Birlikte yaşayabilmeyi seçen, birlikte yaşayabilen, birlikte yaşayabilmenin sırrını bize anlatan bir başka topluluk var ki, o da Sadaka Reut. Sadaka Reut, İsrail’de 1980’lerden beri topluluklar arası diyalog imkânlarını geliştirmeyi hedeflemiş bir sivil toplum organizasyonu. Adı da, kendisi de, iki dilde (Arapça ve İbranice) kardeşlik kelimesinin yan yana geldiğinde daha güzel bir üçüncü kelime yaratabileceğini gösteriyor.
Sadaka Reut Yahudi ve Arap gençlik hareketinin içinden çıkmış olan bir sivil toplum örgütüdür. Yaklaşık 20 yıl önce 1984’de kurulmuş. Ortak yasam, eşitsizlik, ırkçılık, işgal bölgeleri, savaş ve militarizm gibi baslıkları ele alan bir tartışma grubundan çeşitli değişimler geçirerek bugünkü yapısına kavuşmuş. Bugün 4 ana temel proje etrafında faaliyetlerini yürütmektedir. Bunlardan birincisi Arap ve Yahudi toplumları arasında çatışmanın çözümü için diyalog imkânları yaratmaya çalışan çok kültürlü gençlik gruplarıdır. İsrail’de farklı halkların bir arada yaşadığı şehirlerde ve bölgelerde oluşturulmakta. İkinci ana faaliyet alanı İsrail’in tüm bölgelerinde, gerek Arap gerekse Yahudi okullarında ırkçılığı karsı yapılan atölye çalışmaları. Sadaka bünyesinde yürütülen diğer bir proje de bir komün deneyimi olan “Bir yıl birlikte var olma” projesi. Farklı toplumlardan 18-19 yaslarında gençler ortak bir evde bir yıl boyunca birlikte yasıyorlar. Bir yıllık ortak yasam süresince bir yandan da çeşitli gönüllü aktivitelerde ya da sosyal hizmet projelerinde çalışıyorlar. Son olarak da “Mirkaz” projesi var. “Mirkaz” Türkçedeki anlamıyla aynı: “merkez”. “Yafa Gençlik Merkezi” olarak anılıyor. Burada sanat faaliyetleri odaklı olarak çalışmalar yürütülüyor. “Mirkaz” Yafa’da yasayan basta Yahudi ve Arap gençliği olmak üzere birçok farklı etnik gruptan gençlerin müzik, tiyatro, plastik sanatlar, edebiyat, dans çalışmaları yaptıkları bir adres. “Mirkaz”’da özellikle evsiz, çeşitli suçlardan dolayı cezaevine girmiş ve eğitim almayan gençlik kesimleriyle sanatsal çalışmalar yapılmaya çalışılıyor. ([65])
        E-)   DÜNYA’DA DURUM
            'Minareleri Durdurun” kampanyası Heidi'nin memleketinde "İslam'ın kadınları ezdiği" klişesi üzerinden de maya tuttu. Referandum kampanyasında kullanılan posterlerden birinde İsviçre bayrağını delip geçen minarelerin yanında sadece öfkeli bakışlarını görebildiğimiz çarşaflı ve peçeli bir kadın yer alıyordu.
               Bu poster hedeflenen etkiyi yapmış olmalı ki Bern yakınlarında küçük bir kasabadan bir ev hanımı şöyle ifade ediyordu duygularını: "Eğer minareye izin verirsek, hepimize burka giydirecekler. Farkında olmadan şeriat gelecek ve kadınlar sokaklarda taşlanacak. Artık hiç bir şekilde İsviçreli olamayacağız." Müslüman kadınlanların zorla evlendirilmesi, dövülmesi gibi problemlerle mücadele eden feminist Julia Onken de "yasağa karşı çıkmanın devletin kadınların ezilmesini kabul etmesi anlamına geleceğini" savundu.([66]) Bir kez daha kadınların bütün bir kültürü temsil ettiği bir sembolizmle karşı karşıyayız. Minareden daha öne geçen bir sembolizm söz konusu burada. Sadece afişte yer alan çarşaflı ve peçeli bir kadın figürünün böyle bir etki yapmış olmasını nasıl açıklamalıyız? Hem de İsviçre'de yaşayan Müslüman kadınların (Türkler, Boşnaklar ve Arnavutlar) çarşaf, peçe, burka gibi giysilerle örtünmedikleri, Avrupa'daki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında entegrasyona en uyumlu nüfus oldukları dikkate alındığında...
              Burka, başörtüsü peçe, nikap her ne adla kullanılırsa kullanılsın kadınların örtüsü Müslüman olmayan Avrupalılar için pek çok tehlikenin sembolü olarak görülüyor: Şehirlerde yükselen şiddet, uluslararası terör, Müslüman göçmenlerin entegre olmayı reddetmesi. Bu açıdan bakıldığında Fransa Devlet Başkanı Sarkozy'nin Fransa'da en fazla dört yüz kadını ilgilendiren bir uygulama olan burka ve nikabı yasaklama girişimi de aynı sembolizme yaslanıyor. Müslüman kadınların örtünmesi, Avrupa'nın İslam ve göçmenlerle ilgili politikalarının ifade edilmesinde merkezi bir rol oynuyor. Aynı zamanda ırkçılık ve yabancı düşmanlığının en ortada görünen hedefi.  Zaten Fransa küreselleşme çağında karşılaştığı bütün problemleri başörtüsü üzerinden tartışıyor. Laiklik, demokratik vatandaşlık ve cumhuriyetçi eşitlikçilik geleneğinin nasıl devam ettirileceği de Fransa'da doğmuş üçüncü kuşak göçmenlerin çokkültürlülük baskısına nasıl mukavemet edileceği de hep başörtüsü üzerinden tartışılıyor. Irkçılık ve yabancı düşmanlığının sembolik hedefi de bu nedenle kadınların örtüsü oluyor. Yani pek çok siyasal ve toplumsal mesele Müslümanların kadınla ilgili "kültür"leri üzerinden ifade ediliyor.
              Kültürün, yoğun siyasi çatışmalara sahne olan bir alana dönüşmesi, yaşadığımız dönemin en belirgin özelliklerinden. Günümüzde artık kültür, adeta kimliğin bir müteradifi olarak kullanılmaya başlandı ve bir kimlik belirleyici, farklılığı çizen bir sınır haline geldi. Müslüman kadınların örtünmesi de kültürü ve farkı belirleyen bir işaret olarak sembol savaşına dahil oldu. Çokkültürlülük üzerine ufuk açıcı çalışmaları olan Bhikhu Parekh, kültürlerarası çatışmaya en sık neden olan uygulamaların bir listesini verir. Bu listedeki on iki meseleden altısı Müslümanlarla ilgilidir. Bu altı maddeden hayvan boğazlama metodu hariç diğer beşi ise kadınların statüsüyle ilgilidir: örtünme, çok eşlilik, görücü usulüyle evlenme, kızların kız-erkek karışık spor ve yüzme derslerine katılmaması, kadınların toplumsal olarak aşağı statüde olması gibi. Bu tespiti nasıl değerlendirmeliyiz? Bu ve benzeri tespitler, kültürel çatışmaları, hep kadın üzerinde yoğunlaşmış bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü toplumlar ve kültürler, iletişime geçtiğinde ve kendilerini bir karşılaştırmaya tabi tuttuğunda, kadınların konumu ve cinsiyet, kültürlerin birbirlerini anlama çabalarında önemli bir yer işgal eder. Yani "kadınlar ve kadın bedeni, toplumların ahlaki düzenlerini inşa ettikleri sembolik ve kültürel zeminlerdir" (S. Benhabib). Bu sembolik önem sebebiyle, kültürler arası farklılıklar daha ziyade kadınlar üzerinden ortaya konulur. 
           Parekh'in listesi örneğinden devam edecek olursak, bu listenin belirlenişinde ve söz konusu çatışma alanlarının tespitinde belli bir izlek takip edildiğini görürüz. Çatışma alanlarının belirlenişinde, bir norm, bir de normdan sapma olarak görülen "kültürel" eğilimler söz konusudur. Norm olana evrensellik, farklı olana da kültürellik vasfı uygun görülmektedir. Norm olan, kız erkek karışık spor dersi yapmak, "kültürel farklılık" ise bu derslere katılmamak; norm olan örtünmemek, "kültürel farklılık" ise örtünmek vs. şeklinde ortaya konulmaktadır. Oysa post-kolonyal eleştiriden öğrendiğimiz bir husus var ki o da ötekini farklı, tikel ve normdan sapma olarak işaretleme, bizzat iktidarın ve dışlamanın bir sonucudur. Kimlik/kültür politikalarında bu norm belirleme ve sınır çizme, hep bir noktayı merkez addederek yapılır. "Ezilmiş Müslüman kadın"ın yükselişi ve örtü meselesinin, Batılıların İslam anlatısının merkezine yerleşmesi, Avrupalıların İslam dünyasında sömürgeci güçler olarak yerleşmeleriyle doğrudan alakalıydı. Batılı anlatıda "ezilmiş Müslüman kadın" ve harem imgelerinin oluşumu, sadece kadının genelde imgeleştirilmesindeki problemlerin ötesinde Doğu-Batı ya da İslam Dünyası-Avrupa ilişkilerinin hegemonik yapısını da değerlendirmeye dahil etmeden açıklanamaz.
Avrupa toplumunun globalleşmesinin arkasındaki kültürel mantık, "Öteki"nin dışsal düşman olarak yaratılmasıdır. 11 Eylül sonrası terörist Müslümanlar olarak kodlanan dışsal düşman, sömürgecilik dönemindeki "Vahşi Afrikalı", "barbar Türk" şeklinde tanımlanan dışsal düşmanların devamı niteliğindedir. Bu çatışma ve düşmanlaştırma ameliyesinde ve ötekileştirici kültürel mantık içinde, konjonktürel olarak değişiklik arzeden "ezilen" Müslüman kadın imgesi de çok önemli ve merkezi bir konuma sahiptir.  Müslüman kadınlar ya kurtarılması gereken kurbanlar olarak; "Batılının yapışkan hayırseverliği"nin muhatabı pasif nesneler olarak karşımıza çıkarılıyor. Ya da geri, baskıcı, fundamentalist ve 11 Eylül sonrasında ilave edildiği üzere yıkıcı bir dünya görüşünün sembolü olarak, kendilerinden kurtulunması gereken "yıkıcı öteki" olarak temsil ediliyorlar. Ve "Medeniyetler çatışması" tezinden mülhem, kültürel çatışma kavramı çerçevesine hapsediliyorlar. 11 Eylül tecrübesi, 2004 Madrid, 2005 Londra patlamaları gibi olaylar, Avrupa'daki bu çok kültürlülük ve farklılık politikalarının sorgulanmasına yol açtı. Müslümanların varlığı liberal demokrasinin ilke, değer ve normlarına bir tehdit olarak yorumlanmaya başlandı. Bu nedenle de mesela Hollanda hükümeti, etnik ve dini azınlıklara kültürel otonomi veren politikalarında geri adımlar attı. İtalya'da açıkta namaz yasaklandı. Son olarak İsviçre'de minare yapımı yasaklandı. Brüksel başta olmak üzere bütün Avrupa'da "Avrupa'nın İslamlaştırılmasına hayır" eylemleri etkinliğini artırıyor.
Asimilasyonist ve entegrasyonist Fransız modelinin de çokkültürcü İngiliz ve Hollanda modelinin de önce içlerindeki Müslüman topluluklara vermek istedikleri yeri tespit etmeleri ve tüm süreci bu yerin ışığında yeniden değerlendirmeleri gerekiyor. Çünkü bu modeller günümüzde "islam tehdidi" şeklindeki algı tarafından yeniden şekillendiriliyor.
Başörtüsü ve minare gibi semboller üzerinden yapılan tartışma şunu gösteriyor: Bir taraftan Avrupa'nın kendisini kamusal olarak çok kültürlü, çoğulcu bir yapıda idrak etme kapasitesi sınanıyor. Diğer taraftan Müslümanların kendilerini Avrupa tuvaline yansıtma kapasiteleri ve tarzları da sınanıyor. Ama bu yasaklar gösteriyor ki Avrupa'nın vereceği sınav, Müslümanlara nazaran daha çok çaba gerektiriyor.([67])
Bugün Avrupa’da, mesela Almanya’da yıllardır yaşayan Müslümanların camilerini hala eski fabrika binalarında, depolarda kurmaları onların ortak çevreye eklenememişliğini göstermektedir. Minareli, kubbeli cami teşebbüslerinin hala tepkilere yol açması ise onların ortak tarihe eklemlenmesine karşı bir direnişi göstermektedir. Sanırım bunu şehir hayatının temelde çok kültürlülüğe, kucaklayıcılığa açık olmamasına da irca edebiliriz. İşlevsellik üzerine kurgulanmış bir şehir, mesela sanayileşme sonrası kurulan şehirlerin, örneğin Amerika’daki cetvelle çizilmiş caddeleri bulunan şehirlerin, çevreyi ve çok kültürlülüğü içlerinde barındırmaları, ortak bir tarih paylaşımını sağlamaları hayli zor görünmektedir. ([68])
F-)MANTIKSAL ANALİZ
Çok kültürlü bir ülkede yaşamak aslında büyük bir şans. Birden fazla kültürün iç içe yaşadığı ve insanlarının birbirleriyle ilişkilerinden ötürü birden fazla dil bildiği bir ülke hem demokrasi hem de refah yönünden de oldukça uygar bir ülke haline gelir. Batı’da bu konuda İsviçre en büyük örneklerden biri. Birden fazla ulusal topluluğun ve de dilin birlikte yaşadığı ve konuşulduğu bir ülke İsviçre. Ve İsviçre birçok devlet adamına ve de bilim adamına örnek de teşkil etmiş, devlet modeli birçok ülkenin modeline emsal teşkil etmiş bir özellikte. Burjuva Demokratik Devrimleriyle ulusal sorunlarını çözen İsviçre ve batılı ülkeler maalesef şu anda ulusal sorunlarıyla cebelleşen başka ülkelere de örnek olamamışlar (Belçika ve İspanya’daki sorunlar dışında, bir de İspanya’nın 1970’li yıllara kadar faşizmle idare edildiğini burada görmezlikten gelmiyorum). Birçok Marksist şu anda kapitalizmin artık ulusal sorunları çözecek kapasitesinin kalmadığını söylüyor. Tabi bu böyle de, ulusal sorunun çözülmesi veya bir uzlaşmaya gidilmesi için bu tez bir engel mi olmalıdır? Elbette hayır. Kapitalizmin bu özelliğinin bilinerek ulusal sorunlarda bir uzlaşmaya doğru gitme mücadelesi aynen sosyalist mücadele gibi devam etmelidir. Önemli olan çok kültürlü yapısı olan bir ülkede bir tek toplumun veya bir tek ulusun dominant olarak ülkeyi kendi grubu adına ve her türlü empozeyi de yaratarak idare etmemesidir. Yugoslavya’nın bölünmesinin bir nedeninin Sırpların dominant duruma geçmesi olduğunu da bilmek gerekiyor. Kıbrıs’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Rumların dominant duruma gelmesi 1974 yılında bölünmeyi engelleyemedi. Çok kültürlülük bir zenginlik paylaşımıdır ve bu paylaşımı demokratik bir anayasayla beraber demokratik bir cumhuriyetle taçlandırmak gerekmektedir. Demokratik bir cumhuriyetin şeffaf olması, tüm yaşayan toplumlarının eşit olması, ırk, din, dil ve kan ayırımına gitmemesi ön şarttır. Çok kültürlü bir toplumda eğer tek bir soy veya ulus idaresi varsa o ülkenin bölünebileceği tehlikesi varolabildiği gibi, uniter yapıda ama demokratik bir cumhuriyeti olan kapitalist bir ülkenin demokratik yapısından ötürü bölünme tehlikesi olmayacağı da söylenebilir. Ama her toplumun veya her ulusal topluluğun da self determinasyon hakkı olduğunu söyleyebiliriz. Peki bir askeri harekatla o ülkeye nüfus taşınırsa ne olur? Stalin zamanında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Estonya ve Letonya gibi ülkelere taşınan nüfus her zaman için hukuki bir sorun olarak kabul edilmemiştir ama son zamanlarda AB’nin bu konuda o tip nüfuslara da yaşam hakkı tanıdığını söyleyebiliriz. Ama bunu söylerken de anormal şartlarda o ülkede yaşayan nüfusların hilafına nüfus taşınmalarının uluslar arası hukuka göre de gayrı meşru olduğunu söylememiz gerekmektedir. Türkiye’nin son zamanlarda uluslar arası toplum ve de AB ile arasındaki birçok sorunları arasında, 1974 sonrası kontrolsuz olarak Kıbrıs’ın Kuzeyi’ne nüfus taşıması sorunu da vardır. Uluslar arası hukukun geçerli olduğu AB normlarına göre de bu hareket kabul edilmezdir. AB’nin bu gibi nüfuslara ikamet belgesi veya Avrupa’da yaşama hakkı tanıdığını söyleyebiliriz ama tekrar edelim böyle durumlarda nüfus taşıyan ülkenin muhakkak vereceği bir bedel de olmaktadır ki Rusya’nın pozisyonu her zaman için tartışılmaktadır. Bunun yanında her zaman için bu tip bir kabulün olacağı da belli değildir.
Başka bir ülke için savunduğunuzu yine ülkenizde olan benzer bir durum için de savunmalısınız. Örneğin Kıbrıslı Türklerin self determinasyonu üzerinde ayak diretirken ülkenizde benzer bir sorun varsa, aynı hakkı ülkenizde yaşayan ve ihtilaf halinde olduğunuz başka bir ulusal toplum için de savunmanız gerekir, aksi ise sizin tutarsızlığınızı ortaya çıkarır. Kürtler için başka şeyler savunursanız uluslar arası arenada teziniz tutarlı bir çizgi arzetmez. Türkiye’nin uluslar arası arenada üzerindeki baskıları hafifletmesinin ana teması demokratikleşmektir. Aksi takdirde ne kadar şiddet uygulanırsa uygulansın, zaman aşımında dış ülkelerin sizi görmek istemediğiniz bir statüde tanımasına neden olabilirsiniz. Türkiye Güney-doğu’da görmek istemediğini muhakkak demokratikleşmekle sağlamalıdır. Burada demokratikleşme derken her yönüyle demokratikleşme ve de her yönüyle demokratikleşmeye bağlı olarak sivilleşmeyi gerçekleştirmesi önşarttır. Türkiye topraklarını demokratikleşme koruyacaktır. Türk Milliyetçiliği, Kürt Milliyetçiliğini azdırırken bunu frenleyecek olan demokratikleşmedir. Çokkültürlü eğitim, yaşam ve barış eğitimi gibi reformlar Türkiye’nin insanları ve devletiyle toplulukları arasındaki bağı kuvvetlendirecek, vatandaşlık kimliği daha da öne çıkarılarak Türkiye’nin çağdaş dünyaya ayak uydurması sağlanacaktır. Güneydoğu’daki şiddet durarak oraya silahlar için akıtılan fonlar, eğitim, ekonomi ve istihdama ayrılarak, insanlarla demokratik cumhuriyet arasındaki saygınlık bağı sağlanacaktır. Güney Afrika’daki psikanaliz metodları ve Barış Eğitimi, Türkiye’ye de uygulanarak halklar arasındaki kin ve nefret hemen ortadan kaldırılarak Türkiye insanları arasındaki sevgi ve saygı sağlanmalı, civar ülkelerle daha saygın ve daha insani ilişkiler sağlanarak Türkiye’nin ekonomik kalkınmasına katkı yapılmalıdır. 12 eylül 1980 yılından beri süren vesayet rejimi son bularak artık sivil ve demokratik bir rejim uygulanmalıdır. İşçiler örgütlenmeli ve daha da büyük haklarını almak için bu bütünleşmenin katkıları hemen görülmelidir.([69])
G-)ÇOK KÜLTÜRLÜLÜĞE ELEŞTİREL BAKIŞLAR
Batı Avrupa'ya 1960'lardan sonra büyük işçi göçü başladı. Sayılarının milyonları aşmasına rağmen, gelenler birçok ülkede yok sayıldı. Max Frisch'in deyimiyle 'İşçi çağırdık, insanlar geldi' olgusunun ancak işçi çocuklarının okula başlamasıyla farkına varıldı.
Göçmenler için zamanla iki zıt politika uygulanır oldu. Sağ hükumetler asimilasyondan sol hükümetler çokkültürlü bir toplumdan yana oldular. Zaten iflas etmeye mahkûm olan asimilasyon yanlıları kısa zamanda göçmen politikaları yerine göçmen polisinden yana ırkçı bir tavır aldılar. Çokkültürlülük adına yapılanlarsa, gayriihtiyari de olsa, gettolaşmaya neden oldu. Farklı cemaatlerin iç içe yaşamasını desteklemek yerine, zamanında Güney Afrika'da siyahlarla beyazların ayrı ayrı gelişmesini öngören 'apartheid' türü bir politika uygulandı. Hollanda'da futbol oynayan genç Türklerin, mevcut takımlara girmelerini destekleyecek programlardan çok, bir tek Türklerin oynadığı ligler teşvik edildi. Televizyon programları ülkedeki çeşitli kültürleri yansıtıp herkese hitap etme yerine, Faslıların. Türklerin kendi dillerinde kendi televizyon, radyo programları yapmaları desteklendi. Göçmenler, kapalı cemaatler içinde gündelik yaşamlarını yürütmenin kolayına kaçtılar, tutuculuğuna sığındılar. Aralarında köktenci ve şoven akımlar güçlendi. Anavatanlarıyla bağlarının sürekliliğini sağlayan yeni ulaşım ve iletişim kolaylıkları bu eğilimleri güçlendirdi. Aradan kaç kuşak geçmesine rağmen göçmenlerin nispeten vasıfsız ve ikinci sınıf vatandaşlar olarak kalması, sürekli ucuz emek gücü sağladığından egemen düzenin çıkarlarını karşıladı.  Bugün Batı Avrupa, göçmenleriyle bir arada yaşayamamanın krizinin eşiğinde. 
Yıllardır uyguladıkları yanlış, kısa vadeli politikaların iflasını kabul etmektense, şimdi de sorunu kültürel ve tarihi nedenlerde arıyorlar. Devletler bazında giderek kurumsallaşan ırkçı görüş, göçmenlerin Avrupa'ya uyumsuzluğunu iddia etmekte. Bu iddianın ne kadar çürük olduğunu görmek için, günümüzde göçmenlerin hem kendi dillerini konuşup hem de dolara tapıp, Amerikan bayrağı salladığı ABD'ye, ya da geçmişte Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarına bakmak yeterli. Bugün ABD Başkanı'nın kabinesinde bile bol sayıda göçmen ve azınlık yer alırken, Avrupa'da tek bir göçmenin meclise girebilmesi, bunca yıl sonra bile olay oluyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, asimilasyoncu baskılarla, herkesin kendi kültürünü koruyup geliştirmesini engellemek ne kadar totaliterse, çokkültürlülük adına birbirlerine kapalı cemaatlere destek verip, ortak yeni uygarlıklar oluşturmaya set çeken politika ve köktenci aidiyetler de, ibret verici olduğu kadar tehlikeli. Günümüzde, cinsel ya da etnik kimlik gibi, ilericilik açısından benimsenen binbir türlü aitliğin birleştirici olması toplumları zenginleştirme potansiyeli taşırken, ister Hollanda'da olsun ister Irak ya da başka herhangi bir ülkede, tersi eğilimler herkes için hüsran verici sonuçlara neden olabiliyor.([70]) İletişim kuramcılarının yıllardır eleştirdiği, iletişim kanallarının tek yönlü akışı ve kültürel hegemonya olgusu günümüzde ister çok kültürcülük, isterse hoşgörü ve anlayış maskesi altında olsun açık bir ırkçılığa dönüşmüştür. Ekonomisi ve siyasal yapısı güçlü ülkelerin kültürel tekelleri karşısında siyasal gelişimlerini tamamlayamamış tüketici kültürlerin atalara dönme isteği giderek tutkuya dönüşmekte ve ayrımcılık taraftarlarına koz vermektedir. Bati kendi ülkesinde demokrasi maskesi olarak kullandığı çok kültürcülük projelerini bugün tehlikeli görmeye başlayıp askıya alırken diğer ülkelerde ayrımcılığı körükleyecek eğilimler içine girmektedir. Bu gelişmeler toplumsal uyumu zorlamakta yeni çatışmalara zemin hazırlamakta ve dünyayı giderek bir kaos ortamına sürüklemektedir. Galtung'un ([71]) toplumu ve kapitali yönetenlere çağrısı son derece açık: "Onlar insan ırkını yok etmenin de yoksulluğu yok etmenin de gücünü ellerinde tutuyorlar. Günümüzün büyük sorunları karşısında ortak çözüm yollarını keşfetmekten başka yol yok ilerleme ve diyalog için iletişime açık olmalıyız. ([72])

H-)ÇOK KÜLTÜRLÜ TOPLUMLARIN BİRLİKTE YAŞAYABİLME SIRRI
İnsanlığı neticede yalnızlığa iten, insanı merkeze almayan ve çevreyi önemsemeyen bir yapılanmanın, bir anlamda sadece işlevselliği ve insandan bağımsız verimliliği esas alan bir mimari yeknesaklığın çok kültürlülüğü üretmesi elbette zor olacaktır. Şehri bir hayat tarzı olarak ele aldığımızda İslam literatüründe oldukça güçlü bir malzemeyle karşılaşırız. Bunlar arasında Farabi’nin el-Medinetü’l- Fadıla’sı, İbn Haldun’un Mukkaddime’sinde geliştirdiği umran kavramı ilk aklımıza gelenlerdir. Her ikisi de şehrin merkezine insanı, erdemli insanı alır ve bir yönüyle erdemli insan, zaten çevresini hesaba katan insandır, bu yüzden şehir de çevreyi hesaba katarak erdemli olabilir.([73]) Yani toplumu oluşturan her kesimin değerlerini göz önüne alınmalıdır. Fakat bu da farklı kültürleri bağrında barındıran bir toplum açısından iki tehlikeyi gündeme getirmiştir: Bunlardan biri Yugoslavya örneğinde olduğu gibi bölünme yoluyla yok olmaktır. İkinci tehlike de, küreselleşmenin birörnekleştirici etkisiyle yokolmaktır. Bütün dünya büyük bir hızla aynı tür köfte yiyen, aynı marka ayakkabı giyen bir kültüre doğru hızla yol almaktadır. Bu iki büyük tehlikeye karşı, özellikle bireysel özgürlükleri güvence altına alıp yayarak, toplumun etkileşimini güçlendirerek kültürel farklılıkları ve siyasal bütünlüğü korumak tek çıkar yol gibi görünmektedir. Geçmişimizi yadsımadan, ama gereken yerlerde ondan dersler alarak, güncel özgürlükleri eşitlik ve adalet ilkeleri çerçevesinde yaygınlaştırmak ve güçlendirmek bu çözümün en önemli yöntemidir. Bireysel özgürlüklerin güvencede olması, hiç kuşkusuz, farklı kimlik mensuplarının tutum ve davranış alanlarını zenginleştirerek, hem farklı kültürlerin bir arada yaşamasını hem de birbirlerine hoşgörü ile bakmasını sağlayacaktır. Bu arada özenle sakınılması gereken nokta, sadece kültürlerarası düşmanlıkların körüklenmesi değil, aynı toplum ve aynı devlet içinde farklı hukuk sistemlerinin uygulanması gibi, ayrımcı düzenlemelerdir.([74]) Kendi din, dil ve ırk özelliklerini, üzerinde yaşadığı topraklar çerçevesinde dünyadaki öteki benzerlerinden farklı geliştirmiş toplumların bu hedefi gerçekleştirebilecek deneyim birikimine ve sağduyuya sahip olduğuna inanıyorum.
Sonuç olarak çok kültürlü toplumların birlikte yaşayabilmeleri karşılıklı hoşgörünün, töleransın, başkasının gözünden olaya bakabilme yetisinin varlığı ile mümkün olduğunu belirtebiliriz. Artık çok açıktır ki; baskı, yıldırma ve asimilasyon politikaları hiçbir zaman olumlu sonuçlar vermemiş, aksine karşı tepki ile karşılaşıp, toplumda daha büyük gerginliklerin oluşmasına sebep olmuştur. Tüm toplumlarda süreç aynı güzergâhta cereyan etmiştir. Artık küçücük bir kasabanın(!) sakinleri ve birlikte yaşamak zorunda isek, sağlam temeller üzerine kurulu, birey hakları sonuna kadar sağlanıp güvence altına alınmış bir demokratik cumhuriyet çatısı altında toplumun tüm fertlerine karşı hoşgörü ile bakmak, onlarla empati kurmak ve farklılıkları zenginlik görmek sureti ile ancak birlikte yaşayabileceğimizi belirtebiliriz.





[1] (Güvenç, 1974: 96)
[2] (Turan 1994: 36)
[3] (Güvenç, 1974: 102).
[4] (Uygur 1984: 17)
[5] (Güvenç, 1974: 97)
[6] (İyi, 2003; 22)
(*)(Prof. Dr. A.Kadir ÇÜÇEN Kültür, Uygarlık, Evrensellik ve Çok-Kültürlülük, alıntı)
[7] (Emre Kongar, Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)
[8] (Kellner 1995).
[9] (Kellner ve Ryan 1988).
[10] (Emre Kongar, Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)
[11] (Şahin ALPAY, 03/11/2005 Tek Ya Da Çok Kültürlü Avrupa)
[12](Zeynep GÖĞÜŞ, Çok Kültürlülük ve Ulus Devlet)
[13] (Emre Kongar, Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)
[14] (Verfassungspatriotismus)
[15] (Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti, s. 97).
[16] (s. 271)
[17] (Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti, s. 94).
[18] (Mustafa ERDOĞAN, Anayasal Vatandaşlık 1,2 alıntı)
[19] (Emre Kongar, Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)
[20] (Mustafa ERDOĞAN, Kimlik Siyaseti ve Liberalizm)
[21] (The Economist, 25 Haziran 1996)
[22] (Phillips, 1993; Young, 1989; Pateman, 1988).
[23] (Liberty, 1994: 46-47).
[24] (Momin Rahman, Cinsellik Ve Haklar, (Çeviren:Murat Yalçınkaya) Kaos Gl Dergisi, 2001 Bahar Sayısı.

[25] (http://philadelphia.areaconnect.com/statistics.htm, http://newyork.areaconnect.com/statistics.htm)
26*(Murad ESİN, 1 Kasım 2006, Ahlak ve Çok Kültürlülük yazısından alıntı)
[27] (Erdoğan, 1998: 195).
[28] (Parekh, 2002: 3).
[29] (Kymlicka,1998)
[30] (Gray, 20003: 37).
[31] (Walzer, 1996, 108)
[32] (Üstel, 1999: 64).
[33] (Gray, 2003:67).
[34] (Balı, 2001:170 ).
[35] (Kymlicka,1998 :151).
[36] (Taylor, 1995: 40).
[37] (Üstel,1999: 68-69).
[38] ( Bauman,2000: 268).
[39] Oliver Zimmer, A Contested Nation: History, Memory and Nationalism in Switzerland, 1761- 1891, Cambridge and New York: Cambridge University Press, 2003; reviewed by Eric G.E. Zuelow, June 2004, , (23.03.2007).
[40] İsviçre tarihçe, BOsvi%C3%A7re>, (23.03.2007).
[41] Philippe Carrard, "Geneva, Zurich, Basel: History, Culture and National Identity", Comparative Literature, Winter 1997, , (23.03.2007).
[42] Zimmer, (2003), op cit., ve "Culture of Switzerland", Th/Switzerland.html>, (23.03.2007).
[43] Zimmer, (2003), op cit.
[44] "Culture of Switzerland", , (23.03.2007).
[46] Christof Demont-Heinrich, "Language and National Identity in the Era of Globalization: The Case of English in Switzerland", Journal of Communication Inquiry, 2005, Vol. 29, p.71.
[48] Randolph C. Head, "William Tell and His Comrades: Association and Fraternity in the Propaganda of Fifteenth- and Sixteenth-Century Switzerland", The Journal of Modern History, Vol. 67, No. 3, Sep., 1995, p. 527.
[49] "Culture of Switzerland", , (23.03.2007).
[50] Oliver Zimmer, "In Search of Natural Identity: Alpine Landscape and the Reconstruction of the Swiss Nation", Comparative Studies in Society and History, Vol. 40, No. 4, Oct. 1998, p. 637-638.
[51] Koopmans, R. et.al. (2000: 8)"den aktaran Erdenir, op cit., s. 180.
[52]  "Culture of Switzerland", , (23.03.2007).
[53] Grégoire Métral, "From National to Multi-Scale Identities", Paper presented at the ECPR Joint Session of Workshops, ECPR workshop 26: National Identity in Europe, Grenoble, 6-11 April 2001, p. 8-12.
[54] Ibid., p. 13-14.
[55] Erdenir, op cit., s. 43.
[56] Schiendorfer, op cit.
[57] Erdenir, op cit., s.182.
[58] Schiendorfer, op cit.
[59] Dominik Müller, "European Integration and Swiss Identities", The Journal of the International Institute, Vol. 2, No. 1, Fall 1994, Identities.html>, (30.03.2007).
[60] Erdenir"den alıntı, op cit., s.183.
[61] Müller, op cit.
*(Fatma YILMAZ, Bir Çok Kültürlülük Örneği: İsviçre Kimliği, alıntı)
[62] (Prof. Dr. A.Kadir ÇÜÇEN’den alıntı, Küreselleşme Etkisinde Çok Kültürlülük Örneği: Farklı Yaşam Biçimlerinin Renkliliği)

[63]Yard.Doç.Dr. Celalettin Vatandaş’tan  alıntı,  Çokkültürlü Yapıda Ulusal/Etnik Kimlikler (Kanada Örneği)

[64] Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU, 16/04/2007, Küresel Şehirler ve Çok Kültürlülük
[65] Özgür Akarsu 02.01.2007

[66] (The Sunday Times, 29 Kasım 2009)
[67] (Nazife Şişman, Avrupa’nın çok kültürlülükle imtihanı yazısından alıntı)
[68] (Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, küresel şehirler ve çok kültürlülük)
[69] (
[70] (Gündüz VASSAF, 28/11/2004 Çokkültürlülük Çıkmazları, alıntı)
[71] Galtung, J., (1999), "State, Capital and the Civil Society: A Problem of Communication" Towards Equity
in Global Communication. R.C.Vincent vd (der) içinde, New Jersey, Hampton Press.
[72] (Şermin TEKİNALP, Küreselleşen Dünyanın Bunalımı: Çok Kültürlülük)
[73] (Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU Küresel Şehirler Ve Çok Kültürlülük)
[74] (Emre KONGAR Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder