ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK ÜZERİNE
MANTIKSAL İRDELEMELER
Av. Kadir KÖSTEKÇİ
A-GİRİŞ
Günümüzde tek kültürlü toplumların varlığından
ya da var olan bu toplumların tek kültürlü olarak varlıklarını
koruyabileceklerinden bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Bu tür toplumlar da her
türlü dış etkenlere karşı kapalı, içine kapanık, teknolojiden, iletişim
kaynaklarından faydalanamayan toplumlardır. Basit bir düşünce ile ambargo
konulmuş ya da baskıcı devletlerin toplumlarının da çok kültürlülükten uzak toplumlar
olabileceği, bu toplumların tek kültürlerini muhafaza edebilecekleri
düşünülebilir. Fakat İran örneği de göstermektedir ki; toplumların tek kültürlü
kalmaları artık mümkün değildir. Çünkü her ne kadar İran toplumu baskıcı bir
rejimle yönetiliyor, ambargolara maruz kalıyor, İran toplumunda iletişime engel
olunuyor, özgürlükçü hareketler engelleniyor ise de son yaşananlar da
göstermektedir ki; artık toplumları dünya değerlerinden uzak tutmanın,
toplumları dünyadan soyutlamanın, özgürlük taleplerinin baskı ile çözümlemenin
hiçbir yolu yoktur. Artık tüm dünyanın, tüm değerleri, tüm insanlığın ortak
değeri haline gelmiş, tüm dünya mirası, tüm insanlığın mirası
olmuştur!!!(paylaşımda adil davranıldığını kastetmiyorum) Artık Mevlana da
Rambo da aynı kasabanın(!) çocuklarıdır.
Zira açıktır ki; küreselleşme, mutlak olarak dünyanın kaderidir.
Hakikatten de iletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi, teknolojinin inanılmaz
ilerleyişi, göç gibi etkenlerden ötürü dünya “küçük bir kasaba” halini
almıştır. Küreselleşmenin de en büyük sonuçlarından biri de çok kültürlülüktür.
Artık küçük bir Anadolu köyünde bile aynı anda türküden, dengbej müziğinden,
rap müziğinden hoşlanan insanlar vardır. Ya da hemen hemen her toplumda farklı
cinsel tercihe sahip kişiler vardır. Bu nedenle şunu söyleyebiliriz ki; çok kültürlülük,
artık tüm toplumların kaderidir. Hal böyle iken, yapılması gereken birlikte
yaşayabilmeyi öğrenmektir. Ama bu o kadar da kolay olmasa gerektir. Çünkü
dünyanın her tarafında insanların bir çatışma halinde olduğunu görüyoruz. Bunun
en büyük sebepleri insanların bir arada yaşamayı bilmemesi, yönetimlerin insan
ihtiyaçlarına cevap vermemesi ve paylaşımda adalet olmamasıdır. O halde farklı
kültürlere sahip insanlar nasıl bir arada yaşayabilirler? Bu sorunun cevabı belki
de insanlığın yanıtını en çok aradığı sorudur. Bu sorunun yanıtı üzerinde
çalışırken söz dönüp dolaşıp, kültür, medya, küreselleşme, göç, ulus devlet, anayasal
vatandaşlık gibi konulara gelmektedir. Bu nedenle sırasıyla bu konulara temas
edip, sorumuzun yanıtımı bulmaya çalışacağız.
a-)Çok Kültürlülük Nedir?
Çok kültürlülük kavramı üzerinde tanımlama
yoluna gitmeden önce kültür kavramını tanımlamak gerekir. Zira kültür
kavramının tanımı yapılmadan çok kültürlülükten bahsetmenin olanağı yoktur. Bu
nedenle ilk önce kültür kavramını tanımlamaya çalışacağım. Kültür sözcüğü, Latince ‘colere’ fiilinden gelir ve anlamı
toprağı işlemek, tarlayı sürmek, ekip-biçmektir. Batı dillerinde
‘cultura/culture/cultur’ sözcüğüyle karşılanan kültür terimi, Fransız düşünür
Voltaire tarafından “insan zekasının oluşumu, gelişimi, geliştirilmesi ve
yüceltilmesi anlamında kullanılmıştır”([1])
Aydınlanma dönemi ve 19. yy’da kültür, uygarlık anlamında kullanılarak içeriği
daha da genişletilmiştir. Kültür, genel anlamda, insana özgü bilgi, inanç ve
davranış bütünü ve bu bütünün parçaları olan her tür maddi ve manevi
yaratımlardır. Toplumsal ve bireysel yaşamın oluşmasını sağlayan; dil, gelenek,
düşünce, semboller, yasalar, kurallar, ahlak, kuramlar, aletler, teknikler,
makineler, bilim, felsefe ve sanat eserleri gibi her tür maddi ve tinsel
ürünler bütünlüğüne kültür denir. Bu anlamıyla kültür, toplumun tüm
bireylerinin ortaklaşa oluşturdukları ve kabul ettikleri kurum ve değerlerdir.
O halde kültür, “bir halkın yaşama tarzıdır.” ([2])
Başka bir söyleyişle, insanın doğada hazır bulmadığı ama doğaya kattığı her
şeydir. Taylor’a göre, kültür ya da uygarlık bir toplumun üyesi olarak
insanoğlunun öğrendiği bilgi, sanat, gelenek-görenek ve benzeri yetenek, beceri
ve alışkanlıkları içeren karmaşık bir bütünlüktür.([3])
Nermi Uygur’a göre kültür, “doğanın insanlaştırılma biçimi, bu
insanlaştırılmaya özgü süreç ve verimdir. Kültür, insanın kendini kendi evinde
duymasını sağlayacak bir dünya ortaya koymasıdır.”([4]) Yalnızca
canlı varlıklar içinde insana özgü bir yetenek olan kültür yaratma eylemi aynı
zamanda insanı hayvandan ayıran en temel özelliktir de. Böylece insanın
kavramlaştırma, soyutlaştırma, sembolleştirme ve akılsallaştırma özelliği ile
evreni, doğayı, kendini ve toplumu anlama, açıklama ve değiştirme çabası sonucu
kültür ya da uygarlık ortaya çıktı. Bu anlamıyla kültür ya da uygarlık,
“doğanın yaratıklarına karşılık insanoğlunun yarattığı her şeydir.”([5])
Kültür ya da uygarlık kavramı belli bir insan ve toplum anlayışını
ve dünya kavrayışını ve bunlarla ilgili değerleri içermektedir. Her kültür
kendine özgü insan-toplum ve dünya anlayışı ve değerlerine sahiptir. Örneğin;
Orta çağ kültürü ile çağımız kültürünün insana, topluma ve dünyaya bakışı ve
verdiği değerler birbirinden oldukça farklıdır. Yine daha dar kapsamda
düşünürsek, çağcıl olan iki farklı kültürün bunları kavrayışlarında da
farklılıklar vardır. Örneğin; kırsal alanda yaşayanlar ile kentte yaşayanların
kültürel değerleri de farklıdır. Kültürün ne olduğunu inceledikçe karşımıza
çıkan olgu, kültürün insanın kendisiyle ve yaşadığı toplum ve dünyasıyla ilgili
olduğudur. O halde insanın yarattığı değerleri ve değişimi/gelişimi
anlayabilmek için insanı anlamak gerekir. İnsanı da uygarlık/evrensel kültür,
ulusal kültür, çok-kültürlülük, yerel kültür bağlamında ele almak olanaklıdır.
Evrensel kültür ya da uygarlık, insanın yarattığı evrensel
değerlerdir. Bunlar bilim, sanat ve felsefedir. İnsan ruhunun işlenmesi,
gelişmesi ve aydınlanması sonucu oluşan bilgi, beceri ve davranışların oluştuğu
değerler bütünü evrensel kültürü oluşturmaktadır.
Ulusal kültür, bir ulusu diğer uluslardan farklı yapan bilgi, beceri ve davranış özellikleridir. Örneğin Çin kültürü, Hint kültürü, İran kültürü gibi. Yerel kültür, bir zaman diliminde aynı bölgede yaşayan belli insan grubuna ait değerlerdir. Örneğin; köy kültürü, doğu kültürü, işçi kültürü gibi.
Ulusal kültür, bir ulusu diğer uluslardan farklı yapan bilgi, beceri ve davranış özellikleridir. Örneğin Çin kültürü, Hint kültürü, İran kültürü gibi. Yerel kültür, bir zaman diliminde aynı bölgede yaşayan belli insan grubuna ait değerlerdir. Örneğin; köy kültürü, doğu kültürü, işçi kültürü gibi.
İşte tüm bu kültürlerin bir arada bulunmasına da çok kültürlülük denir. Çok
kültürlülük, kültürel göreceliği de sebep olur. Kültürel görecelik, her grubun
yaşama tarzının bir kültür olduğu ve her birinin birer kültür olmak bakımında
eşit olduğu anlayışına dayanır. ([6]) (*)Bir
toplumu oluşturan bireylerin ve grupların dil, din, ırk, tarih, coğrafya
açısından farklı kökenlerden gelmesine dayanan çok kültürlülük, tek bir siyasal
birim halinde ve ortak sınırlar içinde yaşayan toplumlarda söz konusudur. Bu
farklılıklar, kimi zaman, çöken Sovyetler Birliğinde, ya da bugünkü Amerika
Birleşik Devletlerinde olduğu gibi, değişik milletlere mensup insanların bir
arada yaşaması biçiminde de görülebilir.([7])
b-)Tek Kültürlü
Toplumların Çok Kültürlü Toplumlara Dönüşmesine Neden Olan Başlıca Etkenler
Kültür ve çük kültürlülük kavramları tanımlandıktan sonra tek
kültürlü toplumların nasıl olur da çok kültürlü toplumlar haline geldiği hususu
üzerinde düşünmek gerekir. Bunun birçok sebebi vardır fakat bunların en
önemlileri muhakkak ki medya, küreselleşme ve göç olgusudur. Aslında medya ve
küreselleşme birbiri ile tamamen ilgili, alakası müesseselerdir. Çünkü
aralarında çok güçlü bir bağ vardır. Zira küreselleşme olgusunun bu kadar hızlı
gelişmesinin ya da dünyanın artık mutlak surette küreselleşeceğinin en büyük
sebebi medyadır. O halde çok kültürlülük kavramının oluşmasına en büyük katkıyı
sunan medya kavramı üzerinde düşünelim. Kanımca medya olgusunun gücü anlaşılır
ve toplumların yaşayış tarzı üzerindeki etkisi kavranabilirse toplumların nasıl
çok kültürlü toplumlar haline gelebildiği daha iyi anlaşılır.
1-)Medya
Douglas KELLNER medya kültürünün çok kültürlülüğe katkısını şöyle
anlatmıştır; “Radyo,
televizyon, film ve medya kültürünün diğer ürünleri; aracılıklarıyla
kimliklerimizi, benlik anlayışımızı, erkek veya kadın olmanın ne anlama
geldiğine olan inanışımızı, sınıf, etnisite, ırk, milliyet, cinsellik ile biz
ve onlar anlayışımızı oluşturduğumuz materyaller sağlar. Medya imajları,
dünyaya bakışımızı ve en derin değerlerimizi şekillendirmemize yardım eder.
Neyi iyi neyi kötü, neyi pozitif veya negatif, temiz veya fena gördüğümüz gibi.
Medya hikayeleri, sayesinde ortak bir kültür oluşturduğumuz ve kendimizi bu
kültüre bir yerinden dahil ettiğimiz semboller, mitler ve kaynaklar yaratırlar.
Medya gözlüğüyle kimin güçlü, kimin güçsüz olduğu, kimin güç ve şiddet
uygulamaya hakkı olduğunu ve kimin olmadığını görüyoruz. Güçlünün gücünü
dramatize ediyor ve meşrulaştırıyorlar ve güçsüzlere kendi yerlerinde kalmak
zorunda olduğunu, aksi taktirde canlarının yanacağını gösteriyorlar. Beşikten
mezara bir medya ve tüketici toplumunun içine dalmış durumdayız. Bu nedenle
onların amaçlarını ve mesajlarını nasıl anlayacağımızı, yorumlayacağımızı ve
eleştireceğimizi öğrenmemiz çok önemlidir. Medya, kültürel pedagojinin çok
derin, çok inceleme gerektiren, anlaşılması, açıklanması zor ve çoğu kez yanlış
anlaşılmış bir kaynağıdır. Bize nasıl davranmamız, ne düşünmemiz, hissetmemiz,
neye inanmamız, neyden korkmamız ve neyi arzulamamız ya da neleri yapamamamız
gerektiğini öğretmeye katkıda bulunmaktadır. Medya, pedagojinin bize nasıl
kadın ve erkek olacağımızı öğreten bir biçimidir. Bize nasıl giyineceğimizi,
bakacağımızı ve tüketeceğimizi, farklı sosyal grupların üyelerine nasıl tepki
göstereceğimizi, nasıl popüler ve başarılı olacağımızı, nasıl başarısızlıktan
kaçınacağımızı; normlardan, değerlerden, yerleşmiş adet, gelenek ve kanunlardan
oluşan hakim sisteme nasıl uyacağımızı gösterir. Sonuç olarak eleştirel medya
bizim için bireylerin duygularını, düşüncelerini, ahlaki görüşlerini etkileyen
cazip kültürel çevreyle nasıl başa çıkacaklarını öğrenmede önemli bir
kaynaktır. Sosyo-kültürel manipülasyonun nasıl okunacağı, eleştirileceği ve ona
nasıl karşı çıkılacağını öğrenmek, egemen medya ve kültür formlarıyla
kurduğumuz ilişkide bizim seçici olmamıza yardımcı olur. Bu, medya kültürüne
göre bireysel egemenlik alanını genişletebilir ve insanlara kendi kültürel
çevrelerini seçmede daha fazla güç verir.
Kültürel
araştırmalar, son yıllarda kültür ve toplum araştırmalarına belirli
yaklaşımlarda ortaya çıktı. Proje, Birmingham Üniversitesi'nde kültürel
yapıların analizi, yorumu ve eleştirisi için eleştirel metotların bir
karışımını çeliştiren Çağdaş Kültürel Araştırmalar Bölümü'nde başlamıştı. İç
tartışmaların bir kümesinden, 1960 ve 1970'lerdeki sosyal mücadeleler ve faaliyetlere verilen karşılıklardan dolayı
Birmingham Grubu, kültürel metinlerdeki sınıf, cinsiyet, ırk, etnisite
ve milliyetçilik düşüncelerinin karşılıklı etkileşimine odaklanmış ve medya kültürünü de buna dahil etmiştir. Gazeteler, radyo,
televizyon, film ve diğer popüler kültürel formların izleyici, dinleyici
ve okuyucularının üzerindeki etkilerinin
araştırılmasına ilkelerin arasındaydılar. Aynı zamanda ne kadar çeşitli izleyicinin yorumlandığı üzerine
konsantre olmuşlar ve medya kültürünü farklı kullanmışlar, farklı
izleyicileri karşılaştırmalı yollarla çeşitli medya metinlerinde söz sahibi
yapmışlardır.
Kültürel araştırmalarla ilgili olarak medya
kültürü, dünyayı anlamada yaratılan bakış açıları, davranışları ve hatta
kimlikleri anlamada materyaller sağlar. Sorgulamadan medya kültürünün
diktelerini izleyenler ana akıma yönelirler ve egemen modaya, değerlere ve
davranışlara uyarlar. Bununla beraber kültürel araştırmalar ayrıca kültür ve kimliğin egemen biçimlerine direnen alt kültür
gruplarının ve bireylerin kendi stil ve kimliklerini nasıl
yarattıklarıyla da ilgilenir. Belli başlı giysi ve moda kodlarına, davranışlara
ve politik ideolojilere boyun eğenler kendi kimliklerini bunun sonucu olarak
ana akım grubuyla birlikte özel sosyal gruplaşmaların üyeleri olarak ortaya
koyarlar. (Beyazlar, orta sınıf, muhafazakar Amerikalılar gibi). Punk kültürü
ya da siyah milliyetçi kültürler gibi alt kültürlerle özdeşleşen kişiler, ana
akımdakilerden farklı düşünür ve davranırlar ve böylece kendilerine karşıt
kimlikler yaratır, kendilerini standart modellerin karşısında tanımlarlar.
Kültürel
araştırmalar, kültürün sosyal ilişkiler ve sistemin içinde araştırılması ve
kültürün araştırılmasının toplum, politika ve ekonomi araştırmalarıyla çok
yakından ilişkili olduğu konusunda ısrar eder. Kültürel araştırmalar, medya
kültürünün egemen değerleri, politik ideolojileri ve sosyal gelişmelerle çağın yeniliklerini ne kadar rahatça ifade ettiğini
gösterir. Amerikan kültürü ve toplumunu çeşitli grup ve ideolojilerin
egemen için mücadele ettikleri ihtilaflı bir alan olarak kavrar.([8])
Televizyon, film, müzik ve diğer popüler kültür formları böylece çoğu defa
liberal veya tutucu ya da bazen de daha radikal veya karşıt bakış açılan
gösterirler.
Kültürel
araştırmalar değerlidir, çünkü kültürü eleştirel okumaya ve yorumlamaya izin
veren araçlar sağlar. Ayrıca romanlardan televizyona kültürel yapıların, geniş, devamlı bütünlüğünü göz önünde
tutarak ve herhangi spesifik kültürel hiyerarşi
ve kurallar koyulmasına karşı çıkarak yüksek ve aşağı kültürlerin arasındaki
farkları ortadan kaldırmaya çalışır. Kültüre, önceki yaklaşımlar yazınsal
eğilimlidir ve elitisttir, medya kültürünü bayağı ve değersiz bulur,
reddederler. Ciddi bir ilgiye değer bulmazlar.
Kültürel araştırmalar projesi ise aksine kültürel alanı yüksek ve aşağı veya popüler
ve elit olarak ikiye bölmekten kaçınır.
Bunun gibi farkları korumak zordur ve genelde öncü olarak
normatif estetik değerlere ve çoğu defa politik
programlara hizmet ederler (hem kitle kültürünü yüksek kültür için reddetmek,
hem de "elitist" yüksek kültürü hor görerek popüler addedileni övmek,
ikisi de) Kültürel araştırmalar bizi bütün
kültürel alanı önceki önyargılara kapılmadan kültürel metin, kurum veya
alışkanlıkların şu veya bu türleri doğrultusunda eleştirel bir biçimde
incelemeye bırakır. Ayrıca kültürel yapılardaki estetikten daha çok politik değerleri daha iyi ayırt etme yolunu
açarak, bir kültürel yapıdaki eleştirel ve karşıt anları konformist ve
muhafazakar olandan ayırt etmeyi dener. Örneğin Hollywood film araştırmaları,
1960'lı yıllarda filmlerin radikallerin bakış açısı ve karşı kültürün
desteklenmesinde nasıl anahtar rolü oynadığını; 1970'lerde filmlerin liberal ve
muhafazakarlar arasında bir savaş alanı olduğunu; bununla beraber son dönem
1970 filmlerinin Ronald Reagan'ın başkanlık seçimlerini kazanmasını sağlayan muhafazakarlara yönelik olduğunu gösterir.([9])”
O halde medya denilen bu cansız(belki de canlı) varlığın insanlar üzerindeki
etkisinin ne kadar güçlü olduğu ortadadır. Hakikatten de günümüz toplumları
medyanın gözü ile görmekte, medyanın kulağı ile duymakta, medyanın yediğini
yemekte, medyanın emrettiği partiye oy vermekte, medyanın giyindiğini giymekte
ve medyanın sunduğu kültürü benimsemektedir. Her ne kadar medyaya cansız bir
varlık demiş isek de, medyayı yönlendiren organizmaların olduğu muhakkaktır. Bu
nedenle bu organizmaların arzuladığı şekilde giyinmeye, yemeye, yönetilmeye
mahkûm olmamak adına yapılması gereken, medyayı sorgulamaktır. Aksi halde
farklı kültürlerle bir arada yaşayalım derken aslında bu organizmaların
istediği gibi yaşamış oluruz.
2-)Küreselleşme
Yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi, dünya
toplumlarının kaderi küreselleşmeden geçecektir. Bundan kurtuluş yoktur. Fakat
küreselleşmenin nimetlerinden faydalanma ya da küreselleşmeyi lehimize çevirmek
çok da olanaklı değildir. Zira 70’li yılların hippi kültürünün çöpten eski,
yırtık elbiseler toplayıp giyme kültürü şimdi bizim aleyhimize işlemektedir.
Hakeza hippiler çöpten eski, dar, düşük belli, yıpranmış pantolon ve elbiseleri
toplar, bunları giyerlerdi. Bu yolla kapitalist siteme karşı durmayı
amaçlarlardı. Fakat şimdi kapitalist sistem o pantolonları yırtmakta,
taşlamakta, belini düşürmekte ve bizler daha fazla para vererek o pantolonu
satın almaktayız. Yani hippilerin bu kültürü aleyhimize küreselleşmiştir. Yani
küreselleşmenin lehimize olan tarafları olduğu gibi aleyhimize olan tarafları
da vardır. Bu nedenle küreselleşmeye ilişkin farklı bakış açıları üzerinde de
durmaya çalışacağız. Hakikatten de küreselleşmenin farklı ayakları vardır.
Küreselleşme, ya da yabancı
terminoloji ile, "globalleşme" biri siyasal, biri ekonomik biri de
kültürel olarak üç boyutu olan bir kavramdır. Kürselleşme'nin siyasal ayağı,
Amerika Birleşik Devletlerinin siyasal egemenliği, ya da dünya üzerindeki
siyasal jandarmalığı anlamına gelmektedir. Bu durum, bir anlamda Sovyetler
Birliği'nin dağılmasından sonra, dünyanın tek kutuplu hale gelmesini de
belirtmektedir. Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin
egemenliğine işaret etmektedir. Bu
egemenlik, bütün ülkeleri, örneğin, Birleşik Amerika'yı da aşan bir biçimde
gelişmiştir. Kendi mantığı içinde, sermaye ve onun simgesi olan marka bazında
dünyayı, tüketiciyi ve tüm insanları yönlendirmektedir. Ekonomik olarak uluslararası sermayenin
egemenliği bir yandan, günlük yaşam açısından dünyayı "birörnekleştirirken"
öte yandan, ekonomik verimliliğin, yani üretim verimliliğinin, dünya
ekonomisindeki en belirleyici ölçüt olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Böylece, gittikçe bütünleşen dünya ekonomisindeki rekabetin belirleyici sonucu,
üretim verimliliği kavramına bağlanmıştır. Küreselleşmenin kültürel ayağı,
birbirinden farklı hatta, biri ötekine zıt iki ayrı sonuca işaret eder. Birinci
sonuç,"mikromilliyetçilik" biçiminde ortaya çıkmıştır. Son örneğini,
Yugoslavya olayında gördüğümüz, "mikromilliyetçilik" akımları, ulusal
devleti aşan ve onu daha küçük parçalar halinde algılayan bir yapıya sahiptir.
Küreselleşme, en küçük bir kültürel farklılığı bile vurgulayarak, elektronik
medya aracılığı ile bunu tüm dünya kamuoyunun dikkatine sunan, ayrıca siyasal
açıdan, kültürel farklılıkların korunması ilkesini demokratik hak ve
özgürlükler alanının ayrılmaz bir parçası olarak gören bir anlayışı
yaygınlaştırmaktadır. Küreselleşmenin kültürel ayağının ikinci sonucu,
özellikle tüketici davranışını etkileyerek, dünya çapında kültürel
birörnekliğin önünü açmış olmasıdır. Küreselleşme olgusunun, özellikle ekonomik
ayağı, yani uluslararası sermayenin egemenliği, bir yandan "marka
cazibesi", öte yandan günlük tüketim alışkanlıklarının denetlenmesi
yoluyla, tüm dünyayı benzer davranış kalıpları içine sokmaya yani tek boyutlu
bir kültürel kimliğe sahip olmaya doğru zorlamaktadır. Küreselleşme, bir süreç,
bir olgudur. İyiliği, ya da kötülüğü belki tartışılabilir ama, kaçınılmazlığı
ortadadır. Bu çerçevede, bütün dünyayı etkileyen bu oluşumun, sonuçlarını iyi
kestirmek ve ona göre davranmak çağdaşlığın ve güncelliğin bir gerekliliği
olarak ortaya çıkmaktadır.([10])
c-)Göç
Çok kültürlü toplumların
oluşmasındaki en büyük etkenlerden biri de muhakkaktır ki; toplumlar arası
yaşanan göçtür. Bunun sebebi ekonomik, sosyal ya da siyasi olabilir. Ama göç
alan da göç eden de göç veren toplumlarında kültürlerinin bundan etkilendiği
kesindir. Özellikle göç alan ve göç eden toplumların kültürlerinde bir
etkileşimin olduğu, bu etkileşim beraberinde çok kültürlüğü getirdiği ve bunun
sonrasında bir dizi problemin yaşandığı biline bir gerçektir. Zira göç nedeni
ile farklı ülkelerin kültürleri karşılaşmakta, kültürlerin uyumu sağlanamadığı
durumlarda ise çatışmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında
Batı Avrupa’ya doğru büyük bir göç yaşandı. Kimse vatanını terk edip yabancı
diyarlara göçmek istemez, ama yoksulluk, işsizlik ve baskı insanları göçe
zorluyor. Ülkeler arasındaki gelir ve özgürlük uçurumu var olduğu sürece
uluslararası göçün devam edeceği muhakkak. Dahası, önümüzdeki on yıllarda başta
Avrupa olmak üzere, Batılı kapitalist ülkelerin yabancı işgücüne ihtiyacının
yeniden büyüyeceğini biliyoruz. Dolayısıyla bu ülkelerin hükümetleri şimdiden
kamuoylarını buna hazırlarlarsa, çok isabet ederler. Uluslararası göçün kuşkusuz
hem olumlu, hem de olumsuz sonuçları oldu. Göçün bütün ilgili ülkelerde refah
artışına ve kültürel zenginleşmeye katkı yaptığı muhakkak. Ne var ki,
göçmenleri entegre etmeyi, toplumla bütünleştirmeyi başaramayan ülkeler ciddi
sıkıntılarla, göçmenlerle yerliler arasında artan gerginliklerle karşılaştılar.
Göçmenlerin toplumdan dışlanmasının çok kötü sonuçlar verdiği; asimilasyonun,
yani göçmenleri çoğunluk kültürü içinde eritmenin artık mümkün olmadığı sanırım
anlaşıldı. Giderek daha da kötüleyebilecek gerginliklerden kaçınılmak
isteniyorsa Avrupa’da hem farklı kültürlere, dinlere, yaşam biçimlerine
saygının yerleştirilmesi, yani çok-kültürlülüğün güçlendirilmesi, hem de bugüne
kadar büyük ölçüde ihmal edilenin yapılması, yani göçmenlerin sosyo-ekonomik
bakımdan entegrasyonu için çaba harcanması tek çıkar yol. Türkiye örneğinde ise,
çeşitli açılardan göç, kültürlerarası etkileşim ve kalkınma tartışmasının tam
göbeğinde yer alan bir ülke: Hem göç veren, hem alan, dinsel-etnik azınlıklar
barındıran ve AB’ye üyelik yolunda olan bir ülke. Bu yolda ilerlerse önümüzdeki
10-15 yılda yoksul bir ülke olmaktan çıkması kuvvetle muhtemel. Mevcut
demografik eğilimleri sürerse 10-15 yıl sonra AB, daha çok sayıda Türk’ün
Avrupa’da çalışmasını özendirmek durumunda kalabilir. Giderek artan sayıda
Avrupalı da, hem güneş hem de insan sıcaklığını bulduğu Türkiye’ye yerleşmek
isteyebilir. AB eğer çok-kültürlü olacaksa, bunu Türkiyesiz başaramayacağı
besbelli. Nitekim bunun bilincinde olanlar, Avrupa’yı tek-kültürlü bir yer
olarak korumak isteyenlere karşı Türkiye’nin üyeliğini kararlılıkla
savunmakta. Aslına bakarsanız,
Türkiye’deki tartışma da aynı soruda düğümleniyor: Türkiye tek-kültürlülüğe
zorlanarak iç gerginliklerin girdabından kurtulamayan bir ülke olarak mı
kalacak, yoksa çok-kültürlülüğü benimseyip giderek büyüyecek mi? Tek-kültürlü
Türkiye’yi savunanlar AB üyeliğine şiddetle karşı çıkıyor. AB üyeliğini
savunanlar ise, çok-kültürlü, yani farklı kültürlere, dinlere, yaşam
biçimlerine saygının yerleştiği, iç gerginliklerin aşıldığı Türkiye’nin
hayalini kuranlar.([11])
B-ÇOK KÜLTÜRLÜLÜĞÜN TEMEL SONUÇLARI
a-)Çok kültürlülük ve Ulus Devlet
Bugün, Türkiye dahil, dünyaya
yayılan 'çok kültürlülük tartışması' nereye dayanıyor? Hülya Avşar'ın
programındaki Kürtçe klibi, Çerkezlerin kültürel hak taleplerini nereye
oturtacağız? Gelin önce kökene inelim;
ama Osmanlı Devleti'ne kadar gitmeyelim. Osmanlı çokuluslu bir hoşgörü
imparatorluğuydu; ama, bugünün tartışmasını üzerine yerleştirmek için doğru
zemin değil. Zira Osmanlı'nın çokuluslu olarak ayakta duruşu, dünyanın
milliyetçilik akımını tanımadığı dönemdeydi. Nitekim, milliyetçilik sirayet
edince çokuluslu imparatorluğun da sonu geldi. En doğrusu yakın geçmişi
incelemek. Modern anlamda 'çok kültürlülük' Kuzey Amerika çıkışlı bir kavram.
1960'larda ortaya atılıyor. ABD ve Kanada'da farklı bir dili konuşan ve
'kendilerine ait' olduğunu düşündükleri topraklarda yaşayan insanlar, kültürel
kimliklerinin tanınmasını istiyorlar. Çok kültürlülük kavramı bu tanınma talebine
bir yanıt olarak ortaya çıkıyor. Hemen ardından, "kültürel farklılıkların
demokratik savunması"ndan söz edilmeye başlanıyor. Özellikle Kanada'da,
Fransızca ve İngilizce arasındaki kavga, iki kültürlü-iki dilli toplum
tartışmasını açıyor.
40 yıl önce Amerika kıtasından yola çıkan bu tartışma, giderek çok kültürlülüğe siyasi açıdan yasal zemin kazandırıyor. Bizim, toplum olarak, kadın hakları bağlamında daha yeni öğrendiğimiz "olumlu ayrımcılık" kavramının kökeni de 1965'lerin Amerika'sına ait. 'Siyaseten dürüst' anlamında 'politically correct' kavramının doğuşu da aynı bağlamda gerçekleşiyor.
40 yıl önce Amerika kıtasından yola çıkan bu tartışma, giderek çok kültürlülüğe siyasi açıdan yasal zemin kazandırıyor. Bizim, toplum olarak, kadın hakları bağlamında daha yeni öğrendiğimiz "olumlu ayrımcılık" kavramının kökeni de 1965'lerin Amerika'sına ait. 'Siyaseten dürüst' anlamında 'politically correct' kavramının doğuşu da aynı bağlamda gerçekleşiyor.
Avrupa'nın
çok kültürlülükten ne anladığı ise ülkeden ülkeye değişiyor. Oradaki çok
kültürlülük, üye devletlerin yapısıyla olduğu kadar bölgesel özelliklerin ve farklı
dillerin tanınmasıyla da ilgili. Örneğin İtalya ve İspanya, kendilerine ait
hakları olan bölgeler oluşturmak suretiyle çok kültürlülüğü kurumsal yapıya
kavuşturan iki ülke. Belçika ve İsviçre ise çok kültürlülüğü dil ayrımına
bağlamışlar. Farklı dil bölgelerinin kendilerine ait kurumları oluşmuş. Fransa, Almanya, İngiltere ve Hollanda gibi
ülkelerde ise 'çok kültürlülük' kavram olarak Amerika'daki kökenine daha yakın.
Çok kültürlülük denildiğinde, ABD'deki siyah azınlık gibi, söz konusu Avrupa
ülkelerinde göçmenler akla geliyor. Diğer
taraftan 'azınlık' kavramı da her ülkede aynı ideolojik dokuyu taşımıyor.
Almanya ve Fransa'da bu kavramın tartışılması, misafir yabancı işçilerin
ülkelerine dönmeyip kalmaya karar vermelerini körüklüyor. Çok kültürlülük
söyleminde ülkeler zamanla birbirine yaklaşsa da, uygulamalar değişiyor.
1989
yılı, Avrupa'da çok kültürlülük akımı açısından bir kilometre taşı. Avrupa'nın
doğusu ile batısını ayıran Demir Perde'nin açılması, bir anlamda Pandora'nın
Kutusu'nun da açılması oldu. Avrupa'da ulusal azınlık kavramı üzerinde bir
kesinlik yok. Azınlık deyince Katalanlarla Baskları mı kastediyoruz, yoksa
Almanya'daki Türkleri mi? Azınlıkların bir mesele olarak Avrupa Birliği
gündemine gelişi ise, Orta ve Doğu Avrupa'daki durumla ilgili. Orta ve Doğu
Avrupa ülkelerinin iç içe geçmiş etnik yapısı ortaya gerçek bir sorun
çıkarıyor. Kurumsal çözüm arayışları bu noktadan itibaren başlıyor.
Etnik
kimlik nedir; ulusal devlet neye denir; uluslarüstü ne anlama geliyor? Bu
tartışmaya henüz nokta konmuş değil. Bizde hala dini kimlik üzerinde durulması
ise, tartışmayı geriden izlediğimizi gösteriyor. Kültürel kimliklerin dinle
bağdaştırılması, özellikle 11 Eylül terör eylemi sonrasında dayatılan bir
söylem. Dini kimlikten yola çıkanların
başarılı olup olmamaları, ülkelerinin modernleşme sürecinin neresinde olduğuyla
da yakından ilgili. Moderleşmenin kendisi zaten sekülerleşmeyi ifade
ediyor. Asıl mesele farklılıklar içinde
nasıl birarada yaşanacağı... Ulus devlet geride kalıyorsa sosyal yapıştırıcının
ne olacağı... Zira farklı kimlik talepleri karşısında "politically
correct-siyaseten dürüst" olmanın artıları kadar güçlü eksileri de var.
İnsanları dar dayanışma kalıplarına itmek ne kadar doğru? Farklı kültürel
aidiyet gruplarını desteklemek aynı zamanda bu gruplar arasındaki geçişleri ve
dayanışmayı da sosyal olarak örgütlemeyi gerektiriyor. İster Türkiye olsun, ister yeni bir kimlik
arayışındaki Avrupa, dünya yeni bir sosyal dayanışma modeli bulmaya mecbur.
Küreselleşme çağının büyük toplumsal savrulmalarında ne din ne de aile, bir
dayanışma sistemi oluşturmakta yeterli değil.([12])
b-)Anayasal Vatandaşlık
Son günlerde Türkiye'nin
gündeminde yeniden tartışılmaya başlanan "Anayasal Vatandaşlık"
kavramı, ulusal devleti, din, dil ırk gibi tarihten ya da coğrafyadan gelen
"kültürel kimlikler" yerine, mensup olunan ülkenin siyasal kimliğine
ve bu ülkenin "eşit haklara dayalı vatandaşlığı" kavramına bağlayan
bir anlayışı dile getirmektedir. Din, dil, ırk gibi, yukarda da belirtilen
biçimde, başka kimlikleri dışlayarak kendi kimliğini güçlendirme eğilimi
taşıyan ögeler, ulus devlet oluşumu içinde, öteki kimliklere karşı duyarsız,
hoşgörüsüz, hatta düşmanca tutum ve davranışlar içinde olan militanlar elinde
toplumsal etkileşimi engelleyici bir işleve doğru kayabilir. İşin kötüsü bu
kayış, ulus devleti oluşturan asıl ögelere yani o toplumun çoğıunluğunun mensup
olduğu dine, ırka ya da millete dayalı olarak ortaya çıkabilir. İşte o zaman ırka ya da dine veya milliyete
dayalı bir "çoğunluğun baskısı" yani bir "faşizm" ya da
diktatörlüklerin en korkuncu olan "çoğunluğun diktatörlüğü" kavramı,
tüm toplumu bir orta çağ karanlığının boyunduruğuna alır. Tabii böyle bir
oluşumun, derhal o toplumun içindeki öteki din, dil, ırk ve benzeri ayrımlara
göre filizlenen "kültürel kimlikleri" de aynı baskıcı ve şiddete
dönük yola iteceğini görmek için k>â hin olmaya gerek yoktur. Ayrıca,
çoğunluğun mensup olduğu kimlik kullanılmasa bile, kimi zaman, azınlıkta
kalanların kültürel kimliğini çoğunluğa empoze etmek, ya da bir kültürel
kimliği şiddete ve teröre başvurmanın gerekçesi olarak kullanmak derhal,
"zincirleme reaksiyon" ile, içinde yaşanılan toplumu bir kan
deryasına dönüştürebilir. İşte tam bu noktada, "Anayasal Vatandaşlık"
kavramı, "yumuşak" ve "birleştirici" bir "kültürel
kimlik" olarak ortaya çıkmaktadır: Bir toplumu oluşturan tüm bireylerin ve
farklı grupların, din, dil, ırk ve benzeri köken farkı olmaksızın, devletin
önünde eşit muamele gördüğü, ülkenin kamu hak ve olanaklarından eşit olarak
yararlandığı, bu nedenle de üyesi olduğu devletle özdeşleştiği bir
"Anayasal vatandaşlık".([13])
Mustafa ERDOĞAN ise anayasal
vatandaşlık’ı ise şöyle tanımlamıştır; “Habermas`ın
`anayasal yurtseverlik` tezi aslında modern demokratik toplumda siyasi kimliği
yeniden tanımlama girişimidir. Habermas, esas olarak, çok-kültürlü demokratik
bir toplumu neyin bir arada tutabileceğini araştırmaktadır. Ona göre,
yurttaşlık bağını etnik kökene veya kültürel kimliğe dayandıran anlayış hem
günümüz toplumlarının çok-kültürlü yapısına ters düşmekte, hem de demokratik
katılım için elverişli bir zemin teşkil etmemektedir. Demokratik hukuk
devletinde yurttaşlığın etnik-kültürel aynılık yerine anayasal-demokratik ilke
ve normlara dayanması ve bu referansların yurttaşların aktif katılımıyla
oluşturulması gerekir.
İlk bakışta modern ulus-devlet
paradigmasını aşma çabası gibi görünmekle beraber, Habermas`ın önerisi aslında
ne ulusu ne de devleti modern anlayıştan kökten farklı bir biçimde tanımlamaktadır.
Bu haliyle o, ulus-devletin açmazına onun sınırlarını çok fazla zorlamadan
siyasal toplumun dokusunu bir ölçüde gevşetmeyi, ama bunu yurttaş katılımını
siyasi kimliğin tanımlayıcı bir unsuru haline getirerek yapmayı amaçlamaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, Habermas`ın önerisi, nispeten güçlü demokratik vurgusu
dışında, liberal çok-kültürcülüğün Amerikan türünden özünde pek farklı
değildir. Bu benzerlik, her iki tasavvurun da illiberal kültürleri dışlamasında
daha da belirgindir. Buna karşılık, Habermas`ın tezi mesela Chandran Kukathas`ın `liberal
takımadaları tasavvurundan daha demokratik olsa da, daha sıkı ve dışlayıcı
-dolayısıyla, daha az özgür- bir siyasi birliği öngörmektedir.
Yine de, Habermas`ın `anayasal
yurttaşlık` perspektifi günümüz Türkiyesi için sahici bir açılım sağlayabilir. Çünkü
Türkiye`nin sivil anlayıştan uzak olan yurttaşlık tanımının referansı esas
itibariyle etnik-kültürel kimliktir. Türkiye`nin siyasi kimliğini bugün de hala
dil, soy ve hatta din birliği tanımlamaktadır. Bu durumun Türkiye toplumunun
heterojenliğine ve kültürel çeşitliliğine uygun düşmediği bellidir. Özellikle
Kürtlerin ve Alevilerin kültürel kimlik temelli taleplerine sistemin tutarlı
bir cevap üretememesi ve bunun yol açtığı toplumsal barışla ilgili sorunları
varlığı bunun göstergeleridir. Gayrımüslim azınlıkların maruz bırakıldıkları
kimi sivil ve siyasal hak yoksunlukları ve baskılar da aynı dışlayıcı
yurttaşlık tanımının sonucudur. Esasen, `siyasi` olanın etnik kimliğe ve
kültüre referansla tanımlanması, toplum kültürel bakımdan çoğulcu olsun
olmasın, kavramsal bir çelişkidir. Çünkü, etnisite ve kültürün siyasi olanla
örtüşmesi -yani, muhafazakarların `devlet-millet özdeşliği` ideali- siyasi
birliği sıkı-dokulu bir cemaate dönüştürür. Bunun pratik sonucu ise `millet`in
`fertleri` üzerinde kayıtsız-şartsız egemenliği, kısaca özgürlüksüz bir
`demokrasi`dir. Şu halde, Türkiye`nin siyasi kimliğini etnik ve kültürel
türdeşlik anlayışından arındırılmış bir şekilde ve daha soyut ilkeler ve
normlar temelinde yeniden tanımlamasına ihtiyaç vardır. Bu demektir ki,
yurttaşlığı `Türklük`le tanımlamaktan, yurttaşlar toplumunu bir `Türkler
cemaati` olarak görmekten resmen ve fiilen vazgeçmemiz gerekiyor. Türkiye
toplumunu artık demokratik bir anayasal sistemin norm ve değerleri etrafında
bir araya gelmiş siyasi bir birlik olarak tasavvur etmek zorundayız. (Ne var ki, böyle bir siyasi kimlik bilincinin
-evrensel dahi olsalar- hazır anayasa ve hukuk kalıplarının ithali veya
iktibasıyla oluşturulamayacağı da açıktır. Başka bir ifadeyle, toplumun
kendisinin müellifi olmadığı bir anayasa böyle bir birliğin referansı olamaz.
Onun içindir ki, Türkiye`nin `sivil anayasa` ihtiyacı, ortadan kalkmış olmak
şöyle dursun, hala aciliyetini korumaktadır.(
Türkçe`de `anayasal
vatandaşlık` olarak bilinen fikrin doğum yeri Almanya`dır. `Anayasal
yurtseverlik`([14]) adı altında bu fikri
1970`lerde ilk ortaya atan, Hannah Arendt`in
öğrencilerinden siyaset felsefecisi Dolf Strenberger idi, ama İngilizce-konuşulan
dünyada bu kavram yine bir Alman düşünürü olan Jürgen
Habermas`ın eserleriyle yaygınlık kazanmıştır. Genel olarak,
bu kavram siyasi sadakatin ulusal bir kültüre (milliyetçilik) veya `dünya
insanlığı`na (kozmopolitanizm) değil fakat liberal-demokratik bir anayasanın
norm, değer ve prosedürlerine dayanması gerektiği düşüncesini ifade etmektedir.
Anayasal yurtseverlik kavramı her ne kadar savaş sonrası Almanya`nın
şartlarında doğmuş olsa da, onun daha sonraki kullanımları bu bağlamı aşmış ve
genel olarak çok-kültürlü toplumlarda siyasi sadakat ve kimlik sorunlarına bir
cevap olarak anlaşılmaya başlanmıştır.
Habermas
konuyla ilgili `Citizenship and National Identity` adlı makalesinde
kendi anayasal yurtseverlik anlayışını şöyle anlatmaktadır: Esas olarak soy ve
dil birliğine dayanan `millet` terimi her ne kadar 18. yüzyıldan itibaren
demokratik bir siyasi toplumda yurttaşların siyasi kimliğini tanımlamada kurucu
bir rol oynadıysa da, bu kavramsal bir zorunluluk değildi. Aksine, cumhuriyetçi
ve demokratik ideallerin modern zamanlardaki bu beraberliği tamamen tarihsel
bir tesadüften ibaretti. `Demokratik düzen(in) kader birliğine sahip bir cemaat
olarak millet inancında kökleşmiş bir zihniyete` ihtiyacı yoktur ([15]).
Nitekim, İsviçre ve Birleşik
Devletler gibi çok-kültürlü toplum örmekleri göstermektedir ki, anayasal
prensiplerin içinde kök saldığı siyasal bir kültür kesinlikle bütün
vatandaşların aynı dili veya aynı etnik yahut kültürel orijini paylaşmalarına
dayanmak zorunda değildir. Aksine, `çok-kültürlü bir toplumda siyasi kültürün,
farklı hayat tarzlarının hem çeşitliliği hem de bütünlüğü bilincini eşzamanlı
olarak geliştiren/teşvik eden anayasal bir yurtseverliğin ortak göstergesi
olarak hizmet etmesi gerekir.` `Ancak demokratik bir hukuk sisteminin anayasal
çatısı içinde farklı hayat tarzları eşit olarak birlikte var olabilir.` Ama bu
farklı hayat tarzlarının ortak bir siyasi kültürde örtüşmeleri gerekir.
Habermas böyle bir siyasi kültürün söz konusu hayat tarzlarını başkalarına açık
tutma potansiyeli taşıması bakımından kapsayıcı olduğunu da düşünmektedir.
Habermas aynı makalesinde -ve
başka yazılarında- `anayasal yurtseverlik` kavramını Avrupa Birliği kimliğinin oluşturulmasıyla
bağlantılı olarak da gündeme getirmektedir. Ona göre, bir Avrupa kimliğinin ve
yurttaşlığının oluşması, İsviçre`de olduğuna benzer şekilde, farklı ulusal
tarihler bağlamının işaret ettiği aynı evrenselci hakların ve anayasal
ilkelerin farklı yorumlarından bir Avrupa anayasal yurtseverliğinin doğup
gelişmesiyle mümkün olabilir. Nitekim, `İsviçre ortak bir sosyo-kültürel benlik
imajının farklı ulusallıkların kültürel yönelimlerine karşı nasıl ayakta
durduğunun bir örneğidir.`([16])
Habermas`ın işaret ettiği gibi, ortak bir soyu ve homojen bir kültürü referans
alan geleneksel ulus anlayışı günümüzün çok-kültürlü toplumlarında siyasi
sadakati ve dayanışmayı sağlamak için elverişli bir zemin değildir. `Farklı
etnik topluluklara, dil gruplarına, mezheplere ait hayat tarzlarının aynı haklara
sahip olarak bir arada yaşamasını amaç edinen bir siyaset, tarihsel bir
geleneğe dayanan milli devlet bünyesinde çözülmesi zor ve sıkıntılı bir süreç`e
yol açar.`([17]) Peki, siyasi kültürün
çoğunluk kültüründen kopmasını gerektiren böyle bir süreç anayasal-demokratik
ilkeler etrafında oluşacak bir beraberlikle `sağlıklı` bir sonuca ulaşır mı?
Başka bir ifadeyle, `anayasal yurtseverlik` gibi soyut referansları olan bir
siyasi kimlik geleneksel ulus temelli birlik ve dayanışmanın yerini tutabilir
mi? Habermas`a göre bu mümkündür; çünkü anayasal yurtseverliğin atıfta
bulunduğu norm ve değerler evrensel(ci) olmakla beraber, bunların yorumu
yurttaşların siyasi katılımı yoluyla şekillenecektir. Anayasal ilkelerin nasıl
yorumlanıp nasıl uygulanacağına ilişkin kolektif karar-almaya katılma sürecinin
kendisi önemli bir sivil bağ mekanizması olarak toplumsal bütünleşmeye hizmet
edebilir.
Tahmin edilebileceği gibi,
gerek ulus-devlet taraftarları gerekse kozmopolitanlar bu görüşü
eleştirmişlerdir. Meselá, David Miller
gibi `liberal milliyetçi`ler `anayasal yurtseverlik` kavramının,
milliyetçiliğin bütünleştirici ve sadakati mobilize edici işlevini ikame
edemeyecek kadar soyut olduğunu ileri sürmüşlerdir. Başka bazıları da,
Habermas`ın örnek olarak verdiği ABD veya İsviçre`nin bu fikrin başarılı
örnekleri olarak görülemeyeceğini, hatta bu devletlerin de en nihayetinde
evrensel ilkelerden beslenen bir yurtseverlikten çok bir tür milliyetçiliğe
dayandıklarını dile getirmişlerdir. Buna karşılık kozmopolitanlar da `anayasal
yurtseverlik`in bile yeterince kapsayıcı olmadığını, onun da `dünya
insanlığı`nın büyük bir kısmını kendi `öteki`si olarak tanımlayıp dışladığına
dikkat çekmişlerdir.
Konu hakkında tutarlı bir
değerlendirme yapabilmek için modern toplumlarda `yurttaşlık` tanımının ne tür
bir işlevi olduğunu hatırlamamız gerekir. Bu açıdan bakıldığında, yurttaşlık
kimliği, aslında, bir toplumu bir arada tutan, onun iç tutarlık ve
dayanışmasını sağlayan, gerektiğinde onu ortak amaçlar için mobilize edebilecek
şeyin ne olduğu sorusuna bir cevaptır. Modern anlayış açısından, bu işlevi
mümkün kılacak bir sivik bağa demokrasilerde de ihtiyaç olduğu şüphe götürmez.
Son onyıllara kadar bu bağ duruma göre ya etnik veya kültürel ya da sivik
milliyetçilikle (kabaca, `liberal milliyetçilik`le) sağlanıyordu. Ne var ki,
yukarıda işaret ettiğim gibi, günümüzün gitgide çok-kültürlü hale gelen
toplumlarında farklı hayat tarzlarını ve onlara bağlı kimlik bilinçlerinin sivik
veya `liberal` milliyetçilikle bile bir arada tutulabileceği şüphelidir. Öte
yandan, demokrasi demos`un kapsamını mümkün olduğunca geniş tutmayı
gerektirmektedir. Demokrasinin bu konudaki ilkesi dışlama değil kapsama veya
dahil etmedir. Çünkü, kolektif bir normdan etkilenen herkesin onun oluşumuna
katılması gerektiği demokrasinin temel bir ilkesidir. Oysa, C.R. Hayward`ın da
dikkat çektiği gibi (`Constitutional Patriotism and Its Others`), demokrasinin kapsayıcılık
iddiası ile, siyasi toplumun sivik bağ yoluyla tanımlanması arasında bir
gerilim vardır. Sivik bağ `biz`in sınırlarını çizmeyi gerektirir ki böyle
tanımlanan bir kimlik herkese açık olmayıp dışlayıcıdır. Başka bir ifadeyle,
`biz`i tanımladığınız ölçüde ister istemez `öteki`ni de tanımlamış olursunuz.
İşte Habermas`ın `anayasal
yurttaşlık` önerisi bu bağlamda demokratik ilkelerle sivik idealler arsındaki
bu gerilimi çözme amaçlı bir girişimdir. Onun önerdiği, demokratik siyasi
toplumun sadakat ve dayanışma ihtiyacını karşılayacak bir sivik kimlik
tanımıdır. Habermas demokrasinin dayandığı dayanışma bağının anayasal
ilkelerden türetilmesi halinde, söz konusu dışlayıcı eğilimlerin bertaraf
edebileceğini ummuştur. Habermas`a göre bu mümkündür, çünkü bir yandan bu
anayasal-demokratik ilkeler deliberatif bir kamusal tartışmaya bütün
yurttaşların katılımının eseri olacaktır, öbür yandan da bu ilkeler nitelikleri
gereği toplumdaki farklı hayat tarzları karşısında tarafsızdır. Ne var ki,
Habermas`ın ve başka taraftarlarının umduğunun aksine, anayasal yurtseverlikle
tanımlanan bir siyasi toplumun da her şeyden önce illiberal ve anti-demokratik
kültürleri dışlayacağı açıktır. Ayrıca, bütün grupların evrenselci
liberal-demokratik ilkeleri onaylamasını talep etmenin içinde illiberal
kültürlerin de yer aldığı çok-kültürlü toplumlarda barışı mı çatışmayı mı
teşvik edeceği o kadar açık değildir. İkinci olarak, Hayward`ın işaret ettiği
gibi, Amerika`nın Bush yönetimi
örneği, siyasi elitlerin bu kapasiteyi manipüle edip kötüye kullanabildiklerini
göstermiştir. Nitekim, resmi olarak Amerikan `halkı` ve onun `hayat tarzı`
etnik veya ulusal aynılıkla değil de paylaşılan liberal ve demokratik
değerlerle tanımlanmasına rağmen, bu, Bush yönetiminin Amerikan `biz`ini
`özgürlük aşıklar`ı, buna karşılık Amerikan karşıtlarını terör destekçisi
`ötekiler` olarak tanımlamasını engellememiştir. Hatta liberal-demokratik
değerlere yapılan atıf dışlama, inzibat altına alma ve saldırganlığın
meşrulaştırılmasını kolaylaştırmıştır. Başka bir ifadeyle, bu ilkeleri
benimsemeyenler sadece hoşgörüsüzlüğü değil fakat dahası saldırı hedefi olmayı
da hak etmektedirler.”([18])
c-)Kimlik sorunu
Bireylerin kültürel
kimlikleri, onlar üzerinde bağlayıcı olduğu oranda bireysel özgürlükleri
sınırlamakta, ama aynı ölçüde bir kimlik kartı işlevini de yerine getirmektedir.
Kültürel kimlik ile bireysel özgürlük arasında, bireyin tutum ve
davranışlarının farklılıklarına izin verilen "manevra alanının"
genişliği açısından tersine bir korelatif ilişki söz konusudur. Bir başka
deyişle, sert bir kültürel kimlik, bireyin, ait olduğu kültürel kimlik
açısından yapması beklenen tutum ve davranışları büyük ölçüde kendisine empoze
eder ve böylece "bireysel özgürlükler alanı" önemli ölçüde
sınırlanmış olur. Buna karşılık, yumuşak bir kültürel kimlik, bireyin tutum ve
davranışlarına daha az müdahale ettiği için, onun "bireysel özgürlükler
alanını" daha geniş bir çerçeveye taşır. Burada, bir kültürel kimliğin
"militanı" kimliğine bürünen birey, kendisini öteki kültürel kimlik
sahiplerinden ayırmak için kendisinden farklı tutum ve davranışları önemli
ölçüde olumsuzlama çabası içine de girer, ve böylece toplumsal etkileşimi
önemli ölçüde zedeleyici bir oluşum ortaya çıkar. Buna karşılık, yumuşak bir
kültürel kimliği savunan birey, aynı toplum içinde yaşadığı öteki kimlik
sahiplerine de hoşgörü ile bakma eğilimindedir.
Böylece, yumuşak kültürel kimlik hem o kimlik sahibi olan bireyin,
özgürlük alanını daraltmaz, hem de öteki kimlik sahipleriyle bir arada yaşama
dürtüsünü kısıtlamadığı için, toplumsal etkileşim miktarı kısıtlanmamış dolayısıyla,
toplumun işleyişi bozulmamış olur.([19])
Son
yıllarda kimlik talepleri ve buna bağlı olarak çok-kültürcülük tartışması
politik gündemin baş sıralarına yerleşmiş bulunuyor. Başta küreselleşme,
sosyalist sistemlerin çökmesi ve post modernizmin yükselişi olmak üzere çeşitli
faktörlerin etkisiyle, günümüzde ulus-devletler içinde yer alan ulusal
azınlıklar, etnik topluluklar ve göçmenler yeni politik taleplerle ortaya
çıkmaya başlamıştır. Sosyal ve siyasal teorisi esas olarak bireyci öncüllere
dayanan liberalizmin toplulukları temel alan bir siyasi anlayışa ilke olarak
sempati duymayacağı açık olmakla beraber; onun baştan beri esas olarak kültürel
çeşitliliğe ve çoğulculuğa bir cevap olarak ortaya çıkmış olduğu da aynı
derecede açıktır. Bu durumda, bir ilk fikir olarak, liberalizmin
kollektiviteleri hareket noktası olarak alan ‘çok-kültürcü’ siyasetlere değilse
de ‘çok-kültürlülük’e veya kültürel çeşitliliğe taraftar olacağı
söylenebilir. Liberalizm içindeki
tartışmaya daha yakından bakarsak, bu konuda başlıca iki pozisyonu ayırt
edebiliriz. Bunlardan biri çok-kültürcü olup, açıkça azınlık kültürlerini ve
etnik-kültürel grupları destekler. Meselâ Will Kymlicka’ya göre, bireyler ancak
belli bir kültür içinde özerk tercihler yapabileceklerinden, kültürel kimliklerin
korunması liberalizm açısından çok önemlidir. William Galston da, buna benzer
şekilde, kültürel topluluklara mensup bireylerin hayatı kendilerince değerli
gördükleri şekilde yaşamalarına devletin ilke olarak karışmaması gerektiğini,
ama sivil birliğin gerçekten zorunlu kıldığı durumlarda müdahalenin meşru
olacağını söyler. Chandran Kukathas ise, liberalizmin temel değerinin özerklik
değil fakat vicdan özgürlüğü olduğunu düşündüğü için liberal bir düzenin
illiberal olan kültürlere bile hoşgörülü olması gerektiğini ileri sürer,
dolayısıyla müdahaleyi reddeder. Bu durumda gruplara özel haklar tanınmasına da
gerek kalmaz. Ancak kültürel gruplara mensup bireylere de ‘ayrılma hakkı’
tanınması gerekir. Başka bazı liberaller
ise kimlik politikasına açıkça karşı çıkmaktadırlar. Brian Barry gruplara
‘ayrıcalıklar’ tanıması esasına dayanan ‘Aydınlanma karşıtı’ çok-kültürcülüğün
eşit haklara dayalı bir liberalizmle bağdaşmayacağı kanaatindedir. Ona göre,
kültürel farklılıklara ancak bunların liberal ilkeler ve yasalar çerçevesi
içinde kalmaları şartıyla müsamaha edilebilir. Stephan Macedo da liberal siyasi
düzenin varlığını sürdürebilmesi için kamu alanında paylaşılan bazı ortak
değerlerin -başta okullar olmak üzere- liberal kurumlarca desteklenmesi
gerektiği görüşündedir. Liberal düzen her türlü kültürel ve dini inancı
hoşgörmek zorunda değildir. Liberalizmin
temel kaygısı, kimlik temelli olanlar da dahil olmak üzere toplumdaki
çoğulculuğun bütün unsurlarını barış içinde bir arada tutmak olup, belli bir
kültür, inanç veya hayat tarzını özel olarak desteklemenin bu amaca hizmet
etmeyeceğini kabul eder. Bu kaygı ise ‘çok-kültürcülük’ün sözde hayırhahlığını
da, seküler hümanizmin liberal-türdeşleştirmeci türünü de reddetmeyi
gerektirir. Doğru bir çözüm hem kültürel çeşitliliği tanıyan hem de
kollektivist yöntemlerden uzak duran çözümdür. Bu da ancak, Kukathas’ın
önerdiği gibi, hoşgörü ve vicdan özgürlüğüne saygı temelinde
gerçekleştirilebilir.([20])
1-)Cinsel Kimlik
Çok kültürlülük kavramı yukarıda birçok defa dinsel, bölgesel,
ırksal olarak ele alındı. Fakat günümüz ve geleceğimizde önüne geçemeyeceğimiz
bir kimlik var ki; o da cinsel kimliktir. Çünkü artık tüm dünya toplumlarında
cinsel kimlik, kimlik tartışmalarında önemli bir yer tutmakta, görülmektedir
ki; bu kimlik kişilerin kendini tanımlamasında, dinsel, ırksal, bölgesel
kimliğin önüne geçebilmektedir. Bu kimliği kabullenmek, savunmak farklı bir
olgu olmakla birlikte varlığını reddetme sanırım artık imkânsızdır. Gelecekte
bu kimlikle ilgili daha çok çalışmalar yapılacağı, devletlerin bu kimlikle
ilgili birçok düzenlemenin yapacağı muhakkaktır. Çok kültürlülük potasında
diğer kimlikler gibi cinsel olarak farklı kültürlerin de ele alınması
gerektiğini benimsiyoruz çünkü ancak böylelikle çok kültürlü toplumların nasıl
bir arada huzur içerisinde yaşayabileceği sonucuna varabiliriz. Bu nedenle
çalışmamda geyler ve lezbiyenlerle ilgili bir bölümün olması sorunun çözümü
için daha geniş bir perspektif sunacağını düşünüyorum. Şöyle ki; Momin Rahman’a
göre; “Lezbiyen ve geyler tarafından talep edilen en küçük negatif hak bile
tartışmalıdır. Çünkü Amerika’da olduğu gibi, talep edilen bu hakların spesifik
bir gruba özgü, “özel haklar” olduğu düşünülür. Evrensel olarak uygulanabilir
eşit haklar söylemine bağımlı olan demokratik çoğunluk için bu özel haklar popüler
değildir. Spesifik olarak lezbiyenleri ve geyleri kapsayan ayrımcılık karşıtı
önlemleri kaldırmak için Amerika’daki eyalet düzeyinde yapılan son bir eylem
atağı bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Eşcinsel karşıtı kampanya, eşcinsellerin,
çoğunluğun sahip olmadığı özel haklara sahip olduklarını ileri sürüyordu. Aslında
bu kampanya, Colorado’daki ayrımcılık karşıtı yasadan geylerin ve lezbiyenlerin
çıkarılmasını getiren ve gelecekte de bu tür bir düzenlemenin yapılmasını
önleyen yasanın kabul edilmesinden kuvvet alıyordu. Ancak Yüksek Mahkeme, Mayıs
1996’da bu kararı geçersiz olarak ilan etti ve ayrımcılık karşıtı önlemleri,
özel haklardan çok eşitliğin sağlanması için diğerlerinin zaten sahip oldukları
ya da ihtiyaç duymadıkları hakların sağlanması için bir mekanizma olarak gördüğünü
belirtti.([21]) Yüksek Mahkeme, özel
hakla eşit hak arasındaki karşıtlığın yanlış olduğunu kanıtlamıştı. Elizabeth
Kingdom’ın da belirttiği gibi bu yapay karşıtlığın oluşturulmasını sosyal eşitsizlik
probleminin kamuflajı olarak görmek gerekir. Bu anlamda da yapılacak olan tartışma,
hakların eşit dağılımıyla ilgili değil de eşdeğerde olan hakların sosyal
eşitliği gerçekten sağlayıp sağlamadığı üstüne olmalıdır. Eşit muamele ve
fırsatlarla birlikte farklılığı kabul eden ve destekleyen görüş, hakları formel
eşitliği garanti eden bir olgu olarak görmekten daha üreticidir. Feministler, soyut
formel eşitliği sağlamanın, hem materyal olarak hem de ideolojik olarak sosyal
düzeyde eşitsizliğin devam ettirildiği toplumda hiçbir işe yaramadığını ortaya
koymuşlardır ([22]). İhtiyacımızın sadece
hakların temelci bir yaklaşım dışında da kavramsallaştırılması olmadığını
düşünüyorum, ayrıca hakların sosyal eşitliğin bir parçası olarak yasal ve politik
eşitliği sağlamanın mekanizması haline getirilerek meşruluk alanının
genişletilmesine de ihtiyacımız vardır. Bu gereklidir, çünkü formel hakların
uygulandığı koşullar her sosyal grup için aynı değildir. Örnek olarak 1948 Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Deklarasyonu’na eklenmiş olan Sivil ve Politik Haklar
Uluslararası Sözleşmesinin 17. Maddesi altında düzenlenmiş olan
mahremiyet/özellik hakkını ele alabiliriz. Liberty grubu, bu hakkı, haklarla
ilgili yasa tasarısının bir parçası olarak görme ve İngiltere’de kurumsal
olarak bu hakkın garanti altına alındığı şeklinde düşünme eğilimindedir. Bu
görüş açısı, lezbiyenlere ve geylere gözetim altında olmaktan belli bir
derecede kurtulmayı sunmaktadır, ancak bu tür bir donanım herkese teknik olarak
uygulanabilir durumda olduğu sürece... Kamusal ile özel arasındaki sınırların
tanımı, “özel alandaki” rızaya dayalı seksin ne olarak yorumlandığına bağlı
olarak farklılaşmaktadır([23]).Çünkü
özel ile kamusal alan arasındaki sınırlar hiç bir zaman kesin olarak
çizilememiş, bağlamsal olarak spesifik sosyal tanımlara bağlı tanımlar
yapılmıştır. Daha açık bir şekilde söylersek, kamusal ile özel alan arasındaki
sınır tanımı, eylemde bulunanların “kim” olduğuna, bu aktörlerin sosyal
hiyerarşideki yerlerine ve ilişkiye uygulanan politik ve ahlaki yargılara bağlı
olarak yapılagelmiştir. Temelci yaklaşımdaki heteroseksüel ayrıcalıklılık durumu,
temelci hegemonya devam ettiği sürece göreceli olarak geniş olan heteroseksüel ‘özel’
alanını gey ve lezbiyenler için de standart alan olarak tanımlar. Heteroseksüellerin
hoşlarına giden özgürlüklerin bir çoğu aslında formel haklar olarak kodlanan
haklar değildirler. Örneğin, heteroseksüeller kamusal alanda cinsellikleriyle ilgili
hava atabilirler: sansür ya da yasal bir engel olmaksızın sokaklarda birbirlerinin
elini tutup, öpüşebilirler. Lezbiyen ve geyler için formel hakların aynı
özgürlüğü nasıl getirebileceğini görmek oldukça zordur. Bazı haklar, şiddetten
ve tacizden korunma fırsatı sağlıyor olsalar da kamusal alanda cinselliğini ifade
etme özgürlüğünü verememektedir. Cinsellik bağlamında özgürlükler, heteroseksüelliğin
ayrıcalıklı konumda olduğu cinselliğin sosyal kurgulanışı tarafından belirlenmektedir.
Ancak yasal ya da sosyal olan haklardan heteroseksüellerin hoşnut olduğunu düşünmek
de bizi yanlış bir yere götürür, bu daha çok ‘doğal’ hakların sınırlı dağıtımı
ile ilgilidir. Ama birçok durumda da görebileceğimiz gibi, bu haklar genel
insan hakları değil, çoğunlukla heteroseksüel haklarıdır.”([24])
2-) Ahlak, çok Kültürlülük Ve
Cinsel Kimlik
Peki ahlak nedir ve ahlak kavramının çok kültürlülükten etkileşimi
nasıldır? Anadolu
binlerce uygarlığa mekân olmuş bir mozaikler yarımadasıdır. Her kentinde
değişik bir uygarlığın izine rastlamak mümkündür. Bu uygarlıklar yıkıntılar
içinden, harabeler arkasından 2000'li yıllara bakmaktadırlar. Anadolu binlerce
yıl önce nasıl bir kültüre sahipti ve binlerce yıl sonra nasıl bir kültüre
sahip olacak? Üzerinde yaşanılan topraklar birçok olaya tanık olmuştur. Uzun
tarihsel yolculuğu hepimiz az çok bilmekteyiz. Bu uzun tarihsel seyirde
ahlaksal anlayış da çok değişmiştir. Hititlerden, Urartulara, Romalılara,
doğuda Süryani, Ermeni Krallıklarından, İslam-Arap hâkimiyetine, oradan
İslam-Selçuklu, ardından Osmanlılara ve en son Türkiye Cumhuriyetine kadar
Anadolu her dönemde değişik kültürleri yasamıştır. Birçok zamanda birden fazla
kültürü aynı zamanda yaşayabilme şansını da göstermiştir. Ahlaksal anlayış
kültürlere, yaşam biçimlerine ve dinlere göre değişmiştir. Ve zamanın hızı bizi
21. yy'a getirmiştir. Ya şimdi nasıldır Anadolu?
Ahlak
nedir? Yenilir mi içilir mi? Naftalinlenip sandığa mı kilitlenmelidir yoksa
tuzlanıp turşuya mı yatırılmalıdır? Bu ne bicim bir şeydir ki, uğruna kavgalar
edilip, canlara kıyılmaktadır? Bir kuralı yok mudur? Bir kanunu? Kim belirler?
Kökü nedir? Değişmez midir? Kim denetler? Kültürün içinde midir? Din mi
belirler? Nedir bu?
Ahlak TDK'ye göre; "Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları veya iyi nitelikler, güzel huylar" anlamına gelmektedir. Bu tanımdan yola çıkarsak, öncelikle bir kişi bir toplum içinde yaşayacak ve bu toplumun belirli bir davranış biçimi ve bu davranışlara uygun kuralları bulunacaktır, ya da kişi genel olarak iyi nitelikli ve güzel huylu olacaktır. Bir toplumdan söz ediliyor. Ancak Türkiye özelinde tüm Türkiye'yi genelde kapsayacak genel geçer bir ahlak kuralından söz edilebilir mi? Türkiye'nin doğusuyla batısı arasında, kuzeyi, güneyi arasında ahlak anlayışı aynı mıdır? Türkiye genelini kapsayacak bir ahlak anlayışından ne kadar söz edilebilir ki de, bu yaptırım gücü toplumun davranışlarına dayalı, kuralları toplumun gelenek ve kültürel anlayışından gelen, yazılı olmayan bir davranış biçimi ve kurallar örgüsüne dayanarak Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri karar verebilir? Aslında oluşturulmak istenen Türkiye genelini kapsayacak bir ahlak anlayışıdır ve bunun bir gerekliliği olarak da yaratılmak istenen tek tip bir insan.
Ahlak TDK'ye göre; "Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları veya iyi nitelikler, güzel huylar" anlamına gelmektedir. Bu tanımdan yola çıkarsak, öncelikle bir kişi bir toplum içinde yaşayacak ve bu toplumun belirli bir davranış biçimi ve bu davranışlara uygun kuralları bulunacaktır, ya da kişi genel olarak iyi nitelikli ve güzel huylu olacaktır. Bir toplumdan söz ediliyor. Ancak Türkiye özelinde tüm Türkiye'yi genelde kapsayacak genel geçer bir ahlak kuralından söz edilebilir mi? Türkiye'nin doğusuyla batısı arasında, kuzeyi, güneyi arasında ahlak anlayışı aynı mıdır? Türkiye genelini kapsayacak bir ahlak anlayışından ne kadar söz edilebilir ki de, bu yaptırım gücü toplumun davranışlarına dayalı, kuralları toplumun gelenek ve kültürel anlayışından gelen, yazılı olmayan bir davranış biçimi ve kurallar örgüsüne dayanarak Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri karar verebilir? Aslında oluşturulmak istenen Türkiye genelini kapsayacak bir ahlak anlayışıdır ve bunun bir gerekliliği olarak da yaratılmak istenen tek tip bir insan.
Her
imparatorlukta olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğunda da genel bir ahlaki
anlayıştan söz edilemezdi. Osmanlı imparatorluğu, yükselme dönemi ve duraklama
dönemini de kapsayacak şekilde ele alınırsa; İmparatorluğun 400 yılında onlarca
değişik etnik kimlikten insanlar bir arada yaşamışlardır. İmparatorluk
döneminde etnik topluluklar arasında karşılıklı hoşgörüye dayalı bir birlikte
yaşama kültürü hâkimdi. Bu dönemde millet/ulus kavramı dinlerin üyelerini
karşılıyordu, yani İslam milleti, Hristiyan millet, Yahudi milleti. Osmanlının
son dönemlerinden özellikle geriye kalan Osmanlı İdari yapılanmasına ait
belgeler bu birlikte yaşama ve karşılıklı hoşgörünün illerin yönetimine kadar
yansıdığını göstermektedir. Ancak Avrupa'da oluşan Rönesans ve bununla birlikte
Burjuvazinin feodal toprak sahiplerine ve krallara karşı siyasal olarak
güçlenmesi ve bunun en büyük dışa vurumu olan Fransız İhtilali ile birlikte
etnik toplulukların uluslaşma surecine girmesiyle Osmanlı İmparatorluğundaki
etnik unsurlar da kendi uluslaşma süreçlerini başlatmışlardır. Bunun sonucu
olarak Osmanlı'daki çok kimlikli yapı ilk olarak Sırbistan'ın İmparatorluktan
ayrılması ile ve ardından Yunanistan'ın ayrılması sonuçlarını doğurmuştur.
Artık Osmanlı İmparatorluğu bir çöküşü yaşamaya başlamış ve çöküşle beraber
İmparatorluğun asli gücünü oluşturan Orta Asya'dan Anadolu'ya göçmüş Türkmen
boylarının da uluslaşması gerekliliğini beraberinde getirmiştir. Ancak
Anadolu-Türk uluslaşma süreci çağdaşı öteki uluslaşma süreçlerinden değişik
olacaktır. Bu uluslaşma sürecinin son noktası olan Cumhuriyetle birlikte
yaratılan ulus Anadolu'da yaşayan tüm Müslüman hakları kapsamış ve bu halkların
tek bir kimlik etrafında oluşturulmasını beraberinde getirmiştir. Bunu sonucu
olarak yaratılan ulusun adı Türk olarak belirlenmiştir. 1924 tarihli Teşkilatı
Esasiye Kanununun (Anayasa) 88. maddesinde ilk olarak Türk kelimesinden ne anlaşıldığı
açıklanmıştır. Bu madde; "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın
vatandaşlık itibarıyla 'Türk' ıtlak olunur (denir)". Bu tanımın anlamı
daraltılarak 1961 Anayasasının 54. maddesinde; "Türk Devletine vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür' olarak yer almış, bu madde aynı şekilde
1982 anayasasının 66. maddesinde de korunmuştur. Tabii ki, Birinci Dünya Savaşı
sırasında İttihat ve Terakki hükümeti tarafından Anadolu'dan hemen tamamına
yakini çıkarılan Müslüman olmayanlardan sonra geriye kalan çok az sayıdaki
Müslüman olmayan ve çoğunluğu Müslüman olan nüfusla Birinci Dünya Savaşından
yenik çıkmış ve son bulması kesinleşen Osmanlı İmparatorluğundan sonra tek bir
ulusa dayanan modern bir ulus devlet kurmak kolaylaşmış ancak yaratılan yeni
ulusla oluşturulan tekler zincirinin bir getirisi olarak homojenleşen Anadolu
artık hoşgörüsünü de yitirmeye başlamıştır. Artık hoşgörüsüzlük oranı kentler
arasında fark edilir bir yarış halindedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da
tekleşen nüfus kitlesi kendi töre anlayışlarıyla hoşgörüsüzlüklerini çok aşırı
bir şekilde kardeşlerini katletme derecesine kadar çıkarmışlardır.
Çok kimlikli
yapı hoşgörüyü de beraberinde getirmekte ve bunun dünyadaki yaşanılan önemli
örneği Amerika Birleşik Devletleri olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD'nin etnik
olarak çeşitli kimliklerinin yaşadığı bölgelerdeki hoşgörü ile tek bir etnik
kimliğin yaşadığı bölgeleri arasında fark olmakla birlikte Federal yasalar
kişileri "hate crime" denilen nefret suçlarına karşı şiddetli bir
şekilde korumaktadır. Ancak yasaların bu derece korumasına karşın yine de
nüfustaki etnik yapı tekleştikçe insanların hoşgörü sınırları da daralmaktadır.
ABD haritasına baktığımızda Atlantik Okyanusuna kıyısı olan eyaletlerde etnik
yapı çeşitli ve bunun getirisi olarak da Müslümanlar, Yahudiler, Siyahlar,
Katolikler (İrlandalılar, İtalyanlar), geyler ve daha birçok değişik kimlikten
ve dinden insanlar rahatça ve hoşgörü içinde yaşamakta ancak normalde hâkim
nüfus yapısını oluşturduklarında muhtemelen kendisinden olmayanları bu kadar
çok hoşgörü ile karşılamayacak olanlar, Amerika'da birlikte yaşamaya bir
anlamda mecbur kalmışlardır. Amerikanın iç bölgelerine doğru gittikçe, yani
etnik yapı tekleştikçe, renk tekleştikçe, din tekleştikçe hoşgörü de
azalmaktadır. Aslında bu sonuç doğa yasalarının da normal bir getirisidir. Bir
köye bir yabancı girdiğinde ya da bir yabancı aile girdiğinde, yerli halk
elbette ki bu yabancıya karşı soğuk davranacaktır. Bu nedenledir ki ötekiler
daha çok ötekilerle beraber, ABD'de yaşamayı tercih etmektedir. Amerikanın doğu
bölgesindeki nüfus yapısına bakıldığında durum daha net görülmektedir. Örneğin,
1.750.000 Yahudi New York City'de yaşamaktadır. Bu oran bu kenti İsrail'den
sonra dünyada Yahudilerin en yoğun yaşadıkları ikinci kent konumuna
getirmektedir. Philadelphia'da 285.000, Miami'de 535.000, Los Angeles'da
490.000’dir. Müslümanların oranı ise New York için 2000 yılına 152.337, Los
Angeles'da 167.548, Philadelphia'da ise 26.285 olarak görülmekte. Siyah nüfus
ise yine 2000 ve 2001 yılı oranlarına göre Philadelphia'da 655.824, genel
nüfusun %45'i, buna karşılık New York’ta ise 2.129.762 yaklaşık % 27 oranıyla %
12,1 olan ABD genel siyah nüfus oranının çok üstünde görülmekte. Bu oranlar iç
bölgelere gidildiğinde ise daha çok farklılık göstermektedir. Örneğin;
Amish'lerin yoğun olarak yaşadığı Lancaster, Pennsylvania'da siyah nüfusun
oranı genele göre % 2.8'dir. Phoenix, Arizona'da ise siyah nüfus genel nüfusun
ancak %5.1’ini bulmaktadır. State College, Pennsylvania'da ise bu oran % 3.69
seviyesine düşmektedir. ([25])
ABD
özelinde de yine çok kültürlü, heterojen yapının insanların birlikte yaşamasını
kolaylaştırdığı görülmektedir. Ötekiyle yaşamak kavramı üzerinde tartışmak
gerek. Öteki nedir? Bizden olmayan, aynı etnik kimlikten olmayan, aynı dinden
olmayan, rengi değişik, yani bize benzemeyen. Öteki ile yaşamak zor mudur?
Elbette ki zordur. Ancak zor olduğu kadar da kolaydır. Ya beriki, yani bizden
olan, bizim gibi olan. Aynı kültürü dili paylaştığımız insanlar. Beriki ile
yaşamak zor mudur? Yok değildir, kolaydır, aslında bizi ancak onlar anlar. Ya
da biz öyle düşünürüz. Bireylerin bir başkasından hoşlanmama hakları vardır.
Kimse kimseyi sevmeye zorlanamaz. Bir insan, bir insandan nefret de edebilir.
Ancak bu duygusal öngörüler eyleme dönüştürüldüğünde ortaya suç çıkmaktadır.
Yasaların birincil görevi, insanların birbirine karşı olan güvenliğini
sağlamaktır. İnsanoğlu temelde can ve mal güvenliklerinin korunması amacıyla
devlet aygıtını yaratmış ve yasaları yapmıştır. Yasalar bizi birbirimize karşı
korumalıdır. Bu gerçekleştiği oranda kişiler güvendedir, hiç bir ayrım olmadan. ([26]*) İşte çok kültürlülük
kavramı ahlak anlayışına da farklı bir bakış açısı getirmiş, kendinden
olmayana-bu farklı dinden, ırktan, renkte ya da cinsel tercihten olabilir- daha
fazla saygı göstermeyi istemiştir. Şöyle ki; çok kültürlülük kavramı ile
beraber, daha doğrusu kültür çeşitliliğinin artması ile beraber ahlak kavramı
da değişmiş, kimine göre ahlaksız olan diğerinin yaşam stili, hayat felsefesi,
yaşayış biçimi ve tercihi olmuştur. Hal böyle olunca da birlikte yaşama daha da
zorlaşmıştır. Bunun sonucunda da daha fazla töleransa, daha fazla hoşgörüye
ihtiyaç duyulmuştur. Olaya hoşgörü ile bakabilenler sosyal yaşamına devam
etmiş, hoşgörü ile bakamayanlar ya toplumdan soyutlanıp, bireyselleşmiş ya da
sivrilip radikalleşmiştir.
C-)ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK BİÇİMLERİ
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal ŞAN’a
göre; “temel olarak çokkültürlülük olarak adlandırılan kültürel çoğulculuk biçimi,
özünde liberal bir çoğulcu toplum tasarımı olarak gelişim göstermeye başlamış
bir siyasi akımdır. Bu anlamda bu kavram, kültürel kökeni ne olursa olsun
farklı kültürel geleneklerin eşitlik esasına dayanarak bir arada yaşamalarında
herhangi bir sorunun olmadığını ifade eden siyasal ve toplumsal bir sistemin
ifadesi olarak ortaya çıkmıştır([27]).
Çokkültürlülük tek başına farlılık ve kimlikle ilgili bir kavram olmayıp,
kültürle kaynaşmış ve ondan beslenen farklılık ve kimliklerle, yani bir grup
insanın kendilerini ve dünyayı anlamakta, bireysel ve toplu yaşamlarını
düzenlemekte kullandıkları inançlar ve uygulamalar bütünüyle de alakalıdır ([28]).Çokkültürlülük
terimi ilk bakışta yekpare bir toplum tasarımı sunar gibi görünse de bugün için
bu başlık altında mütalaa edilecek birbirlerinden farlı çoğulculuk biçimleri
bulunmaktadır. Liberal teorinin bireysel hakları öne alan yaklaşımı ile
cemaatin ve grupların haklarını temel alan toplulukçu /cemaatçi çokkültürlülük
biçimleri bunların başında gelirse de konu yine de birbiri ile ihtilaflı bir
çok alt dallara da ayrılmaktadır. ([29])
Bugün çokkültürlülüğü bir devlet
politikası olarak tanıyan ya da tanımayan ülkelerin uygulamakta oldukları
çeşitli çoğulculuk biçimleri bulunmaktadır. Liberal gelenek içinde oluşturulmuş
olan bireysel haklar çerçevesinde çeşitliliği savunan ve bireyi bir yurttaş
kimliği çerçevesinde haklara kavuşturan yaklaşım ile cemaati, hakların temeline
oturtan cemaatçilik ( communitarianism ) yaklaşımı birbirleri ile
rekabet içinde gelişimlerini sürdürmektedirler. Bu anlamda çağdaş siyaset teorisinde
temelde iki farlı çokkültürlülük ve yurttaşlık modelinden söz edebilmek
mümkündür. Bunlardan ilki kökeni John
Locke, Thomas Hobbes, Montesquieu, Vico ve Herder gibi düşünürlere dayanan ve
günümüzde J. Rawls, J. Raz , Kymlicka gibi düşünürler tarafından temsil edilen Liberal –sözleşmeci
çokkültürlülük ve yurttaşlık modeli,
öteki de günümüzde Charles Taylor ve Michael Walzer, Alasdair MacIntyre gibi
kuramcılar tarafından seslendirilen cemaatçi / komüniteryanist yaklaşımıdır.
Bu yaklaşımlara ilk olarak
liberal kuramdan hareketle bakacak olursak liberal çokkültürlülük modelinin
(daha doğrusu liberal çoğulculuk demek daha uygun olacaktır ) en ayırt edici
özelliğinin, bireyi özgül bir toplulukla değil, ama bir kategori ya da
yurttaşlıkla olan ilişkisi içinde ele alan bir yaklaşıma sahip olduğunu
görürüz. Liberal yurttaşlık anlayışına göre, bir toplumu oluşturan bireylerin
tümü, tanımlanmış ve değişmez bir “iyi yaşam” kavramını paylaşmazlar. Bu
nedenle devletlerin dayanacağı ve hedeflerini meşrulaştıracağı bir ahlaki
kaynağı da olamaz. İyi yaşamın birçok türü bulunmakla birlikte bunlardan
hiçbiri ötekinden daha az değerli olmadığı için bunların birbirleri ile
kıyaslanması söz konusu değildir. Her biri farklı bir biçimde değerlidir.
Benzer bir mantıkla, kimi rejimler bir diğerinden ne daha az ne de daha çok
meşrudur. Bunların tümü farklı nedenlerden dolayı meşrudur([30]).
Michael Walzer’in son derece özlü bir şekilde ifade ettiği gibi liberalizm için
ayrıcalıklı bir çoğunluk ya da özel haklarla mücehhez bir azınlık yoktur([31]).
Liberal bakış açısına göre birey, kendi yaşam alanını seçme, yargılama,
inceleme ve yeniden gözden geçirme yönünde düşünsel yeteneklere sahip bir
benlik olarak tanımlanmıştır: “Toplum bireyin yararına ilişkin farklı ve
birbiri ile rekabet eden anlayışlara imkân tanımalı ve sosyal kurumlar iyi
yaşam sağlama konusundaki görüş çeşitliliğine bir çerçeve oluşturmakla sınırlı
bir görev üstlenmelidir. ([32])
Liberal rejimler, iyi yaşama bakış açıları uyuşmayan insanların, hepsinin de
adaletli olarak kabul edecekleri koşullarda beraber yaşamaları amacına koşulmuş
bir sistem oluşturma peşindedir([33]
).Liberal teori “yurttaşların evrensel eşitliği adına, siyasal görüş dışındaki
bütün farklılıklara kayıtsız kalmayı veya bunları siyasette gözetilen konuların
dışına çıkarmayı” öne alan bir perspektiftir. Bu bakış açısına göre siyasal
farklılıklar dışında kalan farklılıklar başkalarını değil, sadece söz konusu
kişiyi ilgilendirir ve dolayısıyla da kişinin dini, ahlaki inançları ve aile
yapısıyla birlikte özel alana girer.
Birey özgürlüğünü kendine eksen
alan Liberal kuram 1980’li yıllardan sonra cemaatçilik/ toplulukçuluk akımı
tarafından şiddetli bir eleştiriye tabi tutulmuştur. Komüniteryanizm ( communitarianism) 80’li yıllarla birlikte, aslında liberal teorinin sınırlarına bir
tepki olarak ortaya çıkmıştır. Komüniteryenler sadece liberal fikirleri değil,
liberal teorinin tümünü, birey üzerinde çok yoğunlaşmış olmaları bakımından,
bireysel özgürlüğe aşırı önem vermiş olmaları ve insanın kendisini geliştirmek
bakımından iyi işleyen bir toplumsal yapıyı öngörmekte yetersiz olmaları
bakımından eleştirmektedirler. Komüniteryenlere göre liberal teoride haklara
yapılan tek yanlı vurgu, kültürel atmosferden, topluluk bağlarından ve gerçek
bir insanın tüm kişiliğini oluşturan hayat hikayesinden soyutlanmış, içi
boşaltılmış bir bireye ilişkin bulunmaktadır. Halbuki birey olarak her birimiz,
kişiliğimizi, yeteneklerimizi ve hayattaki kazanımlarımızı ancak bir topluluk
içerisinde gerçekleştirme imkanına sahip olabiliriz. Bu nedenle
komüniteryenler, esas alarak siyasal hayatın topluluğu inşa etmesi gerektiğini,
çünkü bireyliğin ancak topluluklar tarafından şekillendirildiğini savunurlar([34]).
Böylelikle de alt grupları saran büyük toplum yerine ulustan daha küçük olan
gruplardan kaynaklanan bir haklar kuramının oluşturulmasının çabası içinde
olmuşlardır. Bu da ortak bir iyi kavrayışı ile tanımlanmış grupların teorisi
ile mümkün olabilecektir. Bu nedenle
tek tek üyelerin amaçlarını gözden geçirme yetilerini sınırlandırsa bile,
grupların bir ortak iyi kavrayışını ilerletebilecekleri bir “ ortak iyi
politikası” geliştirmek isterler. Üyelerin grup değerlerine “kurucu” bir
bağla bağlı olduğuna inanan cemaatçiler, ortak değerlerin savunulması adına
kişi haklarının sınırlandırılmasında da herhangi bir sakınca görmeyeceklerdir([35]).
Cemaatçi çokkültürlülük
anlayışının temel argümanı çoğunluk kültürü karşısında dezavantajlı bir konumda
bulunan grupların kültürlerinin korunması esasına dayanmaktadır. Liberal devlet
geleneğinin bireysel hak ve özgürlükleri öne alan ve eşit hak ve sorumluluk
esasına dayanan vatandaşlık anlayışı ile bu dezavantajlı grup ve etnisitelerin
sorunlarının çözüme kavuşması cemaatçilerce son derece önemli bulunmamaktadır.
Cemaatçiler, liberal yaklaşımı benliği çevre ve toplumsal ilişkilerden izole
ederek parçalamakla suçlarlar. Cemaatçi düşüncenin en önde gelen ismi Charles
Taylor’a göre çağdaş toplumun önündeki en ciddi sorunlar ahlaki ufkun kararması
ve sahiciliğin (authenticity) yok
olmasını ile ortaya çıkmıştır. Taylor bunu şöyle açıklamaktadır : “Başka türlü ifade edersek, kimliğimi
yalnızca önem taşıyan şeyler temelinde tanımlayabilirim. Ama tarihi, doğayı,
toplumu, dayanışmanın gereklerini kendimde bulduklarım dışında her şeyi
parantezin dışına atmak, önem taşımaya aday her şeyi ortadan kaldırmak olur.
Ancak tarihin, doğanın taleplerinin benim gibi insanların ihtiyaçlarının,
vatandaşlık görevlerinin, Tanrı’nın çağrısının ya da bu nitelikte başka bir
şeyin ciddi önem taşıdığı bir dünyada yaşıyorsam, kendim için bayağı olmayan
bir kimlik tanımlayabilirim. Sahicilik benliğin ötesinden kaynaklanan
taleplerin düşmanı değildir; bu talepleri öngerektirir” ([36])
Toplulukçu/cemaatçi yaklaşım,
teorisini oluşturan farklı isimlerin birbirlerinden ayrışan bir düzlemde
geliştirdikleri bir kuram olmakla birlikte temelde kamu yaşamına katılımda
“topluluk” olgusuna verdikleri belirgin üstünlükte oy birliği içinde
bulunmaktadırlar. Toplulukçulara göre, liberal demokrasinin üzerine dayandığı
evrensellik, değer yansızlığı ve laiklik gibi idealler iki yüzlülükten başka
bir şey değildir. Bu ideallerin ardında, liberalizmin ortak yararı, yurttaşlar
topluluğunun bütününü dikkate almak ve yurttaşlığa ilişkin siyasal erdemleri ve
“iyi yaşamı” tanımlamak konusundaki yetersizliği bulunmaktadır. Bu
yetersizliğin en belirgin sonucu ise, yurttaşın yaşamın özel yaşam ve kamusal
olarak ikiye ayrılması ve sosyo-politik düzenin ahlaki ve dinsel sorunlar
karşısındaki sözde yansızlığı/ilgisizliğidir([37]).
Liberal ve cemaatçi çoğulculuk ve
cokkültürlülük algılarını tekrar değerlendirdiğimizde her iki cephe arasında
belirgin farklılıkların olduğu görülmektedir. Liberalizmin kabul ettiği
çoğulculuk kültürel bağlılıkların ve kültürlerin çokluğunu bir yük olarak değil
bir avantaj olarak kabul eden bir yapıya sahiptir. Kültürler çoğaldıkça bireyin
önündeki seçenekler de artmaktadır ve zaten liberalizm de bir bakıma seçme
özgürlüğü anlamına gelmektedir. Ancak liberallerin sevdiği farklılık ile
cemaatçilerin sevdiği farklılık kavramları örtüşmemektedir. Liberallerin değer
verdiği ve yücelttiği farklılık bireye dönük olarak işlemektedir.
Buradaki “farlılık”, insan olmanın ve kişinin kendi hayatını yaşamasının
değişik yolları arasındaki seçeneklerin bolluğuna işaret etmektedir.
Cemaatçilerin hararetle savundukları faklılık ise içselleştirilmiş
farklılıktır. Buradaki “farklılık”, öteki yaşam biçimlerini seçenek olarak
görmeyi reddeden ya da göremeyen, bir duruma –kişinin olduğu gibi kalmaya,
hayatını bu şekilde sürdürmeye ve kendisini bunun tersine yönelten bütün
ayartmalara direnmeye kararlı ya da mecbur oluşuna işaret etmektedir. Kısaca,
liberal “farklılık”, grubun bireysel özgürlüğü sınırlama gücünü temsil ederken
cemaatçi teorinin vardığı yer ise, grubun bu gücünü istediği gibi kullanmasına imkân
tanıyan bir boyuta sahiptir”([38]).
D-)ÇOK KÜLTÜRLÜ TOPLUM ÖRNEKLERİ
Yukarıda açıkladığımız gibi
dünyada birçok çok kültürlü toplum vardır. Fakat bu çok kültürlü toplumlar
arasında bir arada yaşamayı becerebilen toplum sayısı pek de fazla değildir. Bu
toplumlar arasında en bilinen iki ülke olan İsviçre ve Kanada örneğini-İsviçre
özelinde- tartışıp, bu toplumların nasıl bir arada yaşayabildiklerini anlatmaya
çalışacağım. Bununla birlikte çok kültürlü başka bir toplum olan ülkemizden de
iki örnek üzerinde de konuyu somutlaştırmaya çalışacağım.
a-)İsviçre
Çok kültürlü toplumları bir
arada tutabilen politik bir kimlik oluşumunun ilk akla gelen örneklerinden biri
olan İsviçre, ulusal
kimliğini belli kavramların etrafında şekillendiren bir yapının ifadesidir.
1848 yılından beri federasyon olan İsviçre"nin ulusal kimliğinin hangi
temeller üzerine oturduğunu anlamak için öncelikle kendine özgü belli
özelliklerini vurgulamak gerekir. Ortak dili ve homojen kültürü olan ulusal
topluluklardan farklı olarak İsviçre, dört farklı dili –Almanca,
Fransızca, İtalyanca, Romanş- konuşan, Katolik ve Protestan
nüfusuyla pek çok bölgesel kimliği içinde barındıran ve 26 kantondan oluşan bir
çeşitlilik arz etmektedir. Siyasi ve askeri tarafsızlık, federal cumhuriyet
yapısı ve doğrudan demokrasi ilkesi ise bu çok kültürlü kimliği bir arada tutan
unsurlar olarak ön plana çıkmaktadır.
1-)Tarihsel Süreçte İsviçre Kimliğinin Oluşumu:
İsviçre kimliğinin altı
yüzyıllık ulusal bir inşa sürecinden geçtiğini söylemek mümkündür. Tarihsel
süreç içinde ele alındığında, bu çok kültürlü yapıyı birleşik ve kapsayıcı bir
anavatan haline getirmek için, milliyetçiler bazı görevler üstlenmiş ve çeşitli
girişimlerde bulunmuşlardır. Bu süreç içinde görüş farklılıklarının yer alması
da, doğal olarak, en baştan beri kaçınılmaz olmuştur. Bir tarafta, daha çok Zürih
tabanlı radikal reformcular çabalarını tarihsel çalışmalara yöneltmişler ve Wiliam Tell
hikâyesi gibi tarihsel mitlerin içinde ve 1300lü yıllardaki İsviçre
Konfedasyonu"nun oluşum sürecinde bu kimliğin köklerini
aramaya başlamışlardır. Diğer yandan, ikinci grup vatanseverler ise
dikkatlerini sosyal gelişmeye ve bu yapıyı tek çatıda birleştirecek kurumların
oluşumuna odaklamışlardır.([39])
İsviçre kantonlarının bir çatı altında birleştirilmesi 1291 yılında Uri,
Schwyz ve Unterwalden
kantonlarının temsilcilerinin federal bir beyannameye imza atmasına dayanır. Bu
beyanname ile taraflar, o dönemde Kutsal Roma
İmparatorluğu"nda Avusturya
düklüğünü elinde tutan Habsburg hanedanının hükmüne karşı çıkabilmek için
birleşmeyi taahhüt etmişlerdir. 1315 yılına gelindiğinde ise Habsburg
hanedanlığına karşı zafer kazanan bu üç kanton, Kutsal Roma
İmparatorluğu"nun içinde İsviçre
Konfederasyonu"nun varlığını güvence altına almışlardır.
1350"lerde ilk birleşen üç kantona ek olarak birliğe yeni kantonların
katılması ile 15.yy"a kadar İsviçre 8 kantonlu bir yapı olarak varlığını
sürdürmüştür. Kutsal Roma İmparatorluğu ile İsviçre kantonları arasında devam
eden savaşlar sonucunda İsviçre, Kutsal Roma İmparatorluğu"na karşı fiili
(de facto) bağımsızlığını 1499 yılında kazanmış ve nihayetinde 1648 Westfalya Antlaşması
ile Avrupalı
ülkeler İsviçre"nin Kutsal Roma İmparatorluğu"ndan ayrılmasını ve
tarafsızlığını tanımışlardır.([40])
İsviçre tarihinde konferderatif bu kantonal yapıyı merkezi bir yönetim içinde
eritmeye çalışma ve merkezi bir ulus yaratma girişimleri denendiyse de başarılı
olamamıştır. Çünkü zaten İsviçre, Carrard"ın
da belirttiği gibi, birlik ve çeşitlilik arasındaki dengenin ayakta tuttuğu bir
ülkedir.([41]) 1798 yılında Fransız işgali ile
birlikte, İsviçre, Helvet
Cumhuriyeti adı altında merkezi bir hükümet etrafında
birleştirilmiş ve kantonlar ortadan kaldırılmıştır. Fransa"nın uydusu
haline gelen ve halk desteğinden yoksun olan bu merkezi yapı içinde, merkezi
hükümeti destekleyen "cumhuriyetçiler" ve kantonlara özerklik
verilmesini isteyen "federalistler" arasında ayrışmalar ve görüş
farklılıkları ortaya çıkmıştır. Bu dönemde geçmişin kapsayıcı, çeşitli kültürleri
kucaklayıcı vatanseverlerin aksine, özellikle 1770"lerden itibaren,
milliyetçiler İsviçre"nin kendine özgülüğünün dış etkilerle zarar göreceği
düşüncesiyle yabancılar ve eğitim için yurtdışından gelenleri tehdit olarak
görmeye başlamıştır. Özellikle tedirginlik, Fransız devriminin kozmopolitizmi
etrafında toplanmıştır. Buna tepki olarak, 18. yy. sonlarında İsviçre"de
ulusal kimliğin öneminde artış olmuştur. Bu tepkilere paralel olarak, Fransız
işgali ile Napolyon tarafından oluşturmaya çalışılan merkezi yönetimin başarısızlığı
sonucunda, İsviçre"ye 1803 yılında özerkliği büyük ölçüde geri
verilmiştir. 1815 Viyana
Kongresi ile de o dönemde 22 kantondan oluşan
İsviçre"nin bağımsızlığı ve tarafsızlığı yeniden tanınmıştır.([42])
Fransız devrimi dönemi ile ilgili olarak şunu da eklemek gerekir ki Fransız
devriminin ardından, yeni Cumhuriyetçi
liderler, ulusal retorik ile kendilerini ifade etmeye başlamışlar ve geçmişe
atıfta bulunarak semboller kullanmaya başlamışlardır. Cumhuriyetçi rejim, kısa
sürmesine rağmen, bu dönemde üzerinde durulan yurttaşlık kavramları ve yerel
grupların benzer dillere adapte olmaları yönündeki zorlamalar, İsviçre ulusunun
büyük ölçüde farkına varılmasını sağlamıştır. Fakat, Zimmer"e göre, bu
dönemde milliyetçilik ve ulusallaştırma süreci, ilerleme kaydetmesine rağmen,
tamamlanmaktan uzak kalmıştır. Özellikle Katolik kantonlar yerel düzeyde
kontrollerini kaybedeceği korkusuyla karşı çıkmışlardır.([43])
İsviçre"nin bağımsızlığını yeniden kazandığı
1815 yılından sonra, 1845 yılında Katolik ve Protestan kantonlar arasında bir
iç savaş yaşanmıştır. İsviçre topraklarındaki son silahlı çatışmayı temsil eden
bu iç savaşta, Katolikler daha üniter bir İsviçre fikrine karşı çıkmışlardır.
1848 Anayasası, bütünleşme yolunda işe yaramış ve kantonların yerel konularda
kendilerini yönetebildiği bir merkezi otorite oluşturulmuştur.([44])
1893 yılında "doğrudan demokrasi" uygulamasına yönelik yeniden
düzenlenen anayasa günümüzde tek örneğini teşkil etmektedir.
2-)İsviçre Kimliğinin Dayandığı Unsurlar:
İsviçre"nin farklı
kültürel unsurlara dayanarak oluşturduğu ortak politik kültürün temel
unsurları, öncelikle, federalizm, doğrudan demokrasi ve tarafsızlık olmuştur.
Ulusal kimliğin önemli unsurlarından birini oluşturan doğrudan demokrasinin
federal düzeydeki araçları, anayasal girişim ve referandum olmuştur. Böylece
doğrudan katılım teşvik edilerek politik aidiyet vurgulanmaya çalışılmaktadır.
2006 yılında gerçekleştirilen bir ankete göre, İsviçrelilerin
%75"i bu kimliği taşımaktan gurur duymaktadır. Aynı anket sonuçlarına
göre, İsviçrelilerin dayandığı 3 temel unsur, yine güvenlik, barış ve
tarafsızlıktır. Ayrıca, İsviçre"nin ekonomik gücü ve sahip olduğu dünyaca
ünlü markaları da bu ülke halkının kendilerini İsviçreli olarak
tanımlamalarında önemli unsurlardan biri haline gelmiştir.([45])
"Willensnation"
(halkının idaresiyle ayakta duran ulus) ifadesi, İsviçre kimliğinin dayandığı
önemli bir sembolü tanımlamaktadır. "Çeşitlilik içinde birlik" (unity
while maintaining diversity) deyimi, İsviçre resmi sitelerinde ve belgelerinde
yer alan, çok kültürlülüğe ve çok dilliliğe vurgu yapmak amacıyla ve dünyaya
İsviçre"yi tanıtırken kullanılan ve övünülen bir özellik olarak ön plana
çıkarılmaktadır.([46])
Bu bağlamda, birlik ve çeşitlilik arasındaki dengeye vurgu yaparak ayakta
kalmayı başaran İsviçre, farklı ulusları, dinleri, dilleri, bölgesel kültür ve
ekonomileri biraraya getiren yapısıyla, Avrupa
Birliği (AB) önünde önemli modellerden biri olarak
gösterilmektedir. Her ne kadar benzerlik taşısa da İsviçre"nin kendine
özgü tarihi ve fiziksel koşullarının bu sonuca katkısı ve tarafsızlık
politikasının kendine özgülüğü dikkate alındığında bu modelin AB için çok
gerçekçi bir yaklaşım oluşturmadığı tartışılmaktadır.([47])
AB örneğinde halkların aidiyet
hissini artırma amaçlı milli gün, ortak değerler, ortak bayrak gibi sembollere
vurgu yapılması örneğinde olduğu gibi, 1848 yılında bütünleşmeye önemli katkısı
olan anayasal süreç ile birlikte ve ancak federal devlet kurulduktan sonra
İsviçre"de de ulusal semboller aranmaya başlanmıştır. Bu anlamda, kökleri
14. yüzyıla dayanan ulusal bayrak, kantonların orduları arasında birbirlerini
tanımalarını sağlamaya yönelik ortak bir sembol olarak 1848 yılında resmen
kabul edilmiştir. Bu ulusal sembol, Unus
pro omnibus, omnes pro uno "Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için"
parolasıyla pekiştirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, William Tell,
bu bağlamda bilinen en önemli ulusal kahramanlardan biri haline getirilmiştir.
14. yy.da İsviçre"nin merkezinde yaşadığı söylenilen fakat gerçek varlığı
hiçbir zaman kanıtlanamayan Tell, tarihi bir
figürü temsil etmektedir. Alplerin cesur
kimliğini simgeleyen bir kahraman olarak gösterilen William Tell,
canlandırıldığı hikaye ya da oyunlarda 14. yy.da İsviçre
Konfederasyonu"nun kurucusu olarak şu sözlerle sahnelenmektedir:
"Bize tek bir kardeşlik, ihtiyaçta birlik ve tehlikede ayrılmazlık
kurmamıza izin verin!" Dolayısıyla
İsviçre kimliğinin oluşumu, 14. yy.daki soylu hakimiyetinin
yerini kardeşliğin alması olgusuyla mitlerle açıklanmaya çalışılmaktadır.([48])
Benzer şekilde, ulusal feminen bir ikon olarak "Helvetia"
önemli bir figür olmuştur. Kantonları bir arada tutan federal devleti sembolize
eden Helvetia, çocukları arasında uyum yaratmaya çalışan tarafsız orta yaşlı
bir anneyi temsil etmektedir ve örneğin bozuk paraların üzerinde bir sembol
olarak kullanılmaktadır.([49])
Her iki figürde günümüzde hala kullanılmaya devam etmektedir ki Tell İsviçre
halkının özgürlüğü ve bağımsızlığının simgesi ve Helvetia ise konfederasyon
içindeki uyum ve birliğin simgesi olarak gösterilmektedir.
İsviçre ulusal kimliğinin
şekillendirilmesinde bu ülkenin coğrafi özelliklerinden de yararlanılmıştır.
Canetti (1960:191-203)"den alıntı yapan Zimmer, "ulusların onsuz
yapamadığı ve farklı bireylerde ortak bir bilincin oluşmasına katkıda bulunan
unsurun ulusal semboller olduğu"nu vurgularken, İsviçre için bu unsurun Alp Dağları
olduğunu ifade etmektedir. 1800"lerin ortalarında 1870"lere kadar
olan Alplerin
İsviçre kimliğindeki yerini "doğanın
ulusallaştırılması" (nationalization of nature) olarak adlandıran Zimmer,
bu dönemden II. Dünya Savaşı"nın
sonuna kadar geçen süreyi "ulusun doğalaştırılması" (naturalization
of nation) olarak adlandırmaktadır. Bunun nedenini ise, ilk dönemde Alpler
hakiki İsviçrelileri
yansıtırken, sonraki dönemde Alpin görünümün
ulusal karakterin belirleyicisi olarak betimlenmesine bağlamıştır.([50])
İsviçre ulusal kimliğinin oluşumunda ortak sembollerin ve değerlerin katkısına
rağmen, çok kültürlü İsviçre politik kimliği altında yer alan kantonlarda
kültürel milliyetçiliğin en azından Avrupa ulus devletlerinin milliyetçilikleri
kadar güçlü olduğu söylenebilir.([51])
Bu bağlamda, kantonlar her zaman ulusal kimlikten önde olmuş ve ulusal
semboller yapay kabul edilmiştir. Öyle ki 1 Ağustos olan milli gün 20. yy.ın
sonlarına kadar resmi tatil olamamıştır. Çok az sayıda insan milli marşlarını
ezbere bilmektedir. İngiliz marşına yakın olan ve eleştirilen bu milli marş,
1961 yılında başka bir ünlü şarkının federal hükümet tarafından ilan
edilmesiyle değiştirilmiş, fakat bu şarkının resmen milli marş halini alması
1981 yılını bulmuştur.([52])
Federal yapı içinde İsviçre
kimlik düzeyleri, komünal (belediye), kantonal, dil ayrımına dayalı bölgesel
(Almanca, Fransızca, İtalyanca ya da Romanş konuşanlar), ülkesel ve kıtasal
anlamda Avrupa olarak tanımlanabilir. Kimlik kategorilerindeki bu farklılık
federal yapıda görevlerin de benzer tabakalar arasında bölünmesine neden
olmuştur (federal, kantonal ve komünal görevler). Eurobarometer
2000 sonuçlarına göre, bu yapılanma içinde dil bölgelerine olan bağlılık son
yıllarda artış göstermektedir. Fakat yine de genel olarak incelendiğinde,
özellikle yaşlı nüfus açısından, İsviçrelilerin önemli bir bölümü kendini hala
İsviçreli olarak tanımlamaktadır. Bu verileri değerlendiren Métral, gençlere
oranla yaşlı nüfusun İsviçreli kimliğine bağlılığını, gençlerin savaş
dönemlerindeki mücadeleleri yaşamamış olmasına ve direkt olarak çok-dilli bir
yapının içine doğmasına bağlamaktadır.([53])
Ayrıca, Eurobarometer verilerine göre, 1990"lı yıllar öncesi kimlik
tanımlama konusunda İsviçre halkı arasında daha çok İsviçreli olmaya vurgu
yapılırken 1990"lı yıllara gelindiğinde dil bölgelerine bağlılığın arttığı
görülmektedir. Bunun nedeni ise İsviçre"nin daha geniş oluşumlara
entegrasyonu gösterilmektedir.([54])
Soğuk Savaşın
sona ermesiyle İsviçre halkının algılamasındaki değişimin önemli bir kısmında
ayrıca dış baskıların kesilmesi de etkili olmuştur.
Ulusal kimlik inşa sürecinde
‘öteki" yaratma ve kimliği karşıt bir unsur üzerinden şekillendirme, ortak
değerlere vurgu yapmanın yanında önemli bir unsurdur. Bu durumda kimlik,
karşıtlık ilişkileri içinde ne olduğuna göre değil, ne olmadığına göre
tanımlanmaktadır. Dolayısıyla kimliğin üyeleri birbirine benzemekten çok,
topluluk dışındakilerle olan farklılıkları bakımından benzerlik taşımaktadır.([55])İsviçre
kimliğinin tarihsel sürecinde, bu kimliğin bir öteki üzerinden şekillendiğini
söylemek güçtür. Her ne kadar İsviçre ulusal kimliği bir ötekileştirme
sürecinin üzerine inşa edilmese de İsviçre halkı da ulusal kimliklerini tehdit
eden bazı unsurlardan çekince duymaktadır. Bunlardan biri, halkın İsviçre
kimliğini tehdit ettiğine inandığı göç unsurudur. 2006 yılında yapılan bir
ankete göre, halkın %74"ü göçü bu çok kültürlü kimliğin üzerindeki önemli
bir tehdit olarak görmektedir.([56])
Bu noktada, Erdenir"in de
belirttiği gibi, İsviçre kimliği farklı kültürel unsurları bir arada
barındırırken bir noktaya kadar kapsayıcı olmuştur; fakat farklılıklar üzerine
şekillenen ortak politik kimliği korumak için daha ileriki derecedeki
farklılıkları da dışlamak zorunda kalmıştır. Bu nedenle, göçmen politikalarında
gitgide katılaşma yaşanmıştır.([57])
Özellikle Soğuk Savaş
sonrası dönemde, uluslararası kuruluşlara üye olması da göz önüne alındığında,
dünyaya açılma ulusal kimliğe bir tehdit olarak algılanmaktadır.([58])
Farklı kültürler unsurları bir arada tutabilmek için dışarıya karşı izolasyona
varan politikalar izleyen İsviçre"de halkın dışa açılma konusunda
endişeler taşıması beklenebilecek bir durum olarak görülebilir. Zaten Avrupa Ekonomik
Topluluğu(AET) üyeliği konusunda, 1992 yılında
İsviçre"de gerçekleştirilen referandum sonuçları da bu tedirginliği
yansıtmaktadır. Bu referandum sonuçlarına göre, halkın %50,3"ü üyeliğe
karşı çıkarken %49,7"si üyelik yönünde olumlu oy kullanmıştır. Veriler dil
bölgelerine göre değerlendirildiğinde ise daha ziyade Almanca ve İtalyanca
konuşan bölgelerin ‘hayır" oyu kullandığı gerçeğine varılmıştır. AET
üyeliği yönünde olumsuz oy kullananların argümanlarına bakıldığında, üyeliğin
egemenlik kaybı ve İsviçrelilerin sivil haklarını kısıtlayıcı bir unsur olacağı
görülmektedir. Ayrıca, AET üyeliğinin aynı zamanda AT üyeliği anlamına geleceği
ve İsviçre"ye işçi akımının olacağı ve bu nedenle de işsizliğin artıp
maaşların da beraberinde azalacağı korkuları olumsuz oyların temelinde yatmaktadır.
Bu verileri değerlendiren Müller, dilsel bölgelerden gelen farklı sonuçları 4
farklı nedene bağlamaktadır. Ekonomik krizler Fransızca konuşan bölgelerde
fazla hissedilmesi ve Fransızca konuşan halkın Almanca konuşanlara göre daha
azınlık statüsünde olduğu için Avrupa"da bir azınlık olmayı daha az endişe
verici bir durum olarak görmeleri bu nedenlerden ilk ikisidir. Almanca
konuşanların AET üyeliğine olumsuz oy vermelerindeki belki de en önemli neden,
bu halkın kendisini komşusu Almanya"dan daha ziyade çok eski İsviçre
değerleri olan tarafsızlık ve bağımsızlığa ait hissetmesidir. Son olarak da Fransız
İsviçrelilerin pro-Avrupalı yaklaşımı bu sonuçlarda etkili
olmuştur.([59]) Ayrıca şunu da
vurgulamak gerekir ki, dilsel farklılıkların İsviçre kimliğinde oldukça önemli
bir yeri olmasına rağmen İsviçre halkının aynı dili paylaştığı ulusla
birleşmeyi seçme yerine İsviçre kimliği altında politik bir oluşumda yer almayı
tercih etmelerinde farklı bölgelerdeki yurttaşlar arasında kurulan iletişim
oldukça etkili olmuştur. İsviçre bu iletişimi kurma konusunda öyle başarılı
olmuştur ki yukarıda belirtilen referandum sonuçlarına da bu yansımış ve
Almanca konuşan kesim, AET altında da olsa Almanya etkisine girmektense İsviçre
kimliği altında farklı dilleri paylaşan unsurlarla bir arada olmayı tercih
etmişlerdir. Deutschen"da
belirttiği gibi([60]), Almanca konuşan bir
yurttaşın, Almanca konuşan bir yabancının Almancasından ziyade Fransızca
konuşan bir İsviçrelinin
Fransızcasına yakın hissettiğini söylemesi aynı değerlerde
farklı kavramlar ile anlaşabilmenin çok da önemli olmadığını göstermektedir.
Kısacası, İsviçre kimliği
farklı kültürleri bir arada tutan politik bir oluşumun simgesidir.
Müller"in deyimiyle, "İsviçre coğrafi, etnik ya da dilsel sınırların
önceden tanımlanmadığı siyasi bir oluşumdur ve eğer kültürel ya da dilsel bir
kimlik varsa, bu siyasi entegrasyonun temelleri değil, tersine sonucudur".
Dahası İsviçre oluşumu, puzzle"ın bir çeşidine benzemektedir: küçük küçük
topraklar ve az çok bağımsız ülkeler, bazen tek tek bazen birlikte fetih ya da
satın alma ile bir araya getirilmiştir. 550 yıl gibi bir süreçte, merkezi,
başkenti ve ortak bir hükümeti bulunmayan bu oluşumda, güvenliğin garanti
altına alınmış olması, bu yapının üyeleri için yeterince çekici gelmiştir.([61])
Sonuçta, dilsel, dinsel ve kültürel anlamda 26 ayrı kantonu bir arada tutan
unsur, "İsviçre federasyonunun kantonlara, kendi bireysel kimliklerini
koruma izni vermesidir" diyebiliriz.(*)
b-) Güzndüzlü, Hilmiye ve Hacıkara Köyleri
Günümüzde Türkiye sınırları içerisinde yaşayan birçok
farklı grup ve onlara ait farklı kültürler bulunmaktadır. Bu özelliği
Türkiye’nin coğrafi ve tarihi konumundan kaynaklanmaktadır. Yüzyıllar boyunca
Anadolu, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır ve bu medeniyetler barış
içerisinde yaşamayı başarmışlardır. Günümüz Türkiye’sinde de aynı durum
gözlenmektedir. Aynı topraklar üzerinde daha önceden buralara yerleşmiş
topluluklar, aynı devletin çatısı altında yaşamaktadırlar. Farklı insan
gruplarının birlikte paylaşılan bir toprak parça ve birlikte oluşturdukları
kültür renkliğini, günümüz post-modern düşünürlerin toplum anlayışını
oluşturmaktadır. İşte İnegöl’e bağlı Gündüzlü, Hilmiye ve Hacıkara köyleri, üç
farklı etnik grubun üç farklı kültürü birlikte yaşadıkları ve hoşgörü içinde
sürdürdükleri bir yaşam alanını oluşturmaktadırlar. Hepimizin ortak amacı,
farklı renkleri görerek, birbirimizin farklarının söyleyerek, dostluğumuz
büyüterek, insan olarak birlikte gelişmek olduğuna göre, Gündüzlü, Hilmiye ve
Hacıkara köyler post-modern toplum kuramcıların öne sürdüğü ‘farklılıklarının
birlikte yaşaması gerektiği' anlayışının en iyi örnekleridir. Bu köylerde
Çerkez, Gürcü ve Türkmen gelenek, görenek ve yemekleri yaşatılmaktadır. Düğün
ve asker uğurlama törenleri kendi kültür ve yaşam biçimlerini yansıtmaya devam
etmektedir. Her üç farklı yaşam biçimi hem kendi öz değerlerini yaşlarken hem
de çocukların taşıma sistemi ile aynı okulu paylaşmaları ile birlikte yaşamayı
sürdürmekteler. Bu tür eğitim sisteminde farklı din, ırk, dil ve kimlikten
öğrencilere saygı duymak ve onlara ait
bu özellikleri eğitime taşıyarak eğitim ve öğretimi renklendirerek
gerçekleştirmek hedeflenir. Çok
kültürcü eğitim; saygı, sevgi ve hoşgörü içerisinde gerçekleşmesi beklenen bir eğitim
türüdür. Eğitimin yanı
sıra, ekonomideki işbirliği ve zaman içinde kız alıp verme ile akrabalık ilişkilerinin gelişmesi sonucu, farklılıkların birlikte
olabileceğini de
örneklemekteler. Her üç köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Fakat değişen ekonomik yapı sonucu büyük şehre göç yaşanmıştır.
Böylece küçülen tarım ve
hayvancılık alanı farklılığın birlikteliğini sürdürmeye çalışan köy gençlerini,
İnegöl ya da Bursa’da bulunan
sanayi ve endüstri alanına
göç etmeye zorlamaktadır. Toplulukların kültür değerleri, onların farklı
yemek kültürüne, düğünlere,
cenaze ve geleneksel törenlere,
bayramlara, şenliklere sahip olması anlamına gelmektedir. Aynı ülke sınırları
içindeki insanların dahi bölgesel farklılık sebebiyle birbirinden farklı kültür değerleri vardır. Bu
değerler göz ardı edildiği
takdirde kültürler arası çatışma, birbiri üzerine egemenlik kurma isteği ve insanlar arasında huzursuzluk baş gösterecektir.
Daha barış dolu bir dünya
için toplumların sahip olduğu kültür değerlerine saygı duyulmalı, kültürler arası değerler farkındalığı yaratılarak, her birinin
öz değerleri korunmalıdır.
Çok kültürcülük ve küreselleşme birbirine zıt gibi görünse de çok kültürcülük söylemi küreselleşmenin de bir parçası olarak
gelişmektedir. Gündüzlü,
Hilmiye ve Hacıkara köyleri, çok
kültürlülük söyleminin gerçekleştiği ve farklılıkların bir renk cümbüşü
oluşturarak barışın, hoşgörünün, saygının ve sevginin yeşerdiği insan topluluklarını içermeye devam
ettiği bir yerleşim bölgesidir. Farklı kültürlerin ve yaşam biçimlerinin daha iyi anlaşılabilmesi ve bu farklılığın
temellendirilmesi için;
‘din, dil ve ırk farklılığı’, ‘coğrafi konum’, ‘tarihi miras’, ‘eğitim’, ‘ulus bilinci’ ve ‘kültürler arası iletişim’ unsurlarına dikkat
etmek gerekir. Gündüzlü, Hilmiye ve Hacıkara köyleri, bu unsurları olumlu anlamda günümüze taşıyan ve
yaşatan insanların
birlikteli¤ini örneklemektedir. Çünkü bu köylerin insanları uzun yıllardır birlikte barış, hoşgörü,
demokrasi bilinciyle yaşama kültürünü oluşturmuşlar ve yeni nesillere aktarmayı becermişlerdir. Kurdukları derneklerle hem kendi öz
değerlerini korumuşlar hem de diğerlerine kendilerini anlatma ve diğerlerini öğrenme
bilincini kazanmışlar. Her
üç köy de aynı derenin değişik kıvrımlarında yer almasıyla suyun ve yeşilin
birlikteliğini yansıtmaktadır.
Derenin çeşitli aşamalarında yapılan setlerin oluşturduğu küçük çağlayanlar,
aynı zamanda üç yaşam
biçiminin de simgeleri olarak, farklılığın tek sesi olmaktadır. Farklılığın rengi olarak çağlayan sular ve yeşilin
değişik tonları, kültürlerin
ve yaşam biçimlerinin buluşmasını sağlamaktadır. Çokluk ve farklılık içinde
birlik olmak, yaşamın ve insanın güzelliğini temsil etmektedir. Böylece üç farklı köy, ama farklı
renkleri birleştiren “Üni-Köy
Projesi”nin en iyi örneği olarak kendilerini dünyaya ve bize açmaktalar.([62])
c-) Kanada
Kanada, yerli halklar
ile iki Avrupa ulusu, Fransa ve Birlesik Krallik arasindaki mücadeleler
sonrasinda dogmustur. Dünyanin her yerinden daha iyi bir yasam arayan
göçmenlerin birbiri ardina gelen göç dalgalari ile Kanada büyümeye devam
etmektedir. Son 40 yilda Kanada'nin etnik ve kültürel nüfusu artarak daha fazla
çesitlilik göstermistir. 1971 yilinda, Kanada dünyada çokkültürlü
politika izlemeyi kabul eden ilk ülke olmustur. Kanada zengin etnik ve
irk farkliliklarini kabul edip bunlara deger vermektedir. Kanada'da 200'den
fazla etnik grup birlikte yasamaktadir. 40'dan fazla kültür Kanada'nin etnik
basininda temsil edilmektedir. Günümüzde Kanada nüfus artisinin yüzde 50'sinden
fazlasi göç yoluyla olusmaktadir. Kanada Çokkültürlülük Yasasi (in English and French only), Kanada toplumundaki her kökenden
insana, ayrica bireyler ve farkli kökene ait toplumlar arasindaki iliskilere
tam ve esitlikçi paylasim sunmaktadir. Çokkültürlülük (in English and French only) sayesinde Kanada, tüm
Kanadalilarin potansiyelini kabul etmekte, onlarin toplumlariyla
bütünlesmelerine ve sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi konularda aktif görev
almalarini tesvik etmektedir.
Kanada,
“göçmen ülkesi” tanımına bütün anlamıyla uyan bir ülkedir. 1996 sayımına
göre ülkenin nüfusu 28.528.125 olarak tespit edilmiştir. Nüfusun
8.806.275’i kendisini köken itibarıyla “Kanadalı” olarak
tanımlamaktadır; geriye kalan 19.721.850 kişi ise kökenini “Kanadalı”lıktan
daha başka göstermektedir. Resmi istatistikler çok farklı toplumsal kökenlere
mensup kitlelerin özelliklerini en küçük ayrıntısına kadar veriyorlar. Devlet,
belirli periyotlarla ülkedeki insanların toplumsal kökenlerine ilişkin
istatistik bilgiler yayınlamaktadır. İlgili istatistikler incelendiğinde
neredeyse dünyanın bütün ülkelerinden gelen insanların Kanada’da, Kanada
vatandaşı olarak yasadıkları anlaşılıyor. Elbette ki değişik toplumsal
kökenlere sahip insanların sayısı birbirinden çok farklı. Örneğin; Kanada
vatandaşlarından 6.832.095 kişi İngiliz, 5.597.845 kişi Fransız, 1.207.475 kişi
İtalyan, 921.585 kişi Çin, 799.010 kişisi ise Yerli olmasına karşılık, 1.750
kişi Kenya, 1.330 kişi Uganda, 255 kişi Pasifik Adaları kökenli veya bizi doğrudan
ilgilendirmesi açısından 18.130 kişi Türk kökenlidir. Sıralamanın bu iki uç
noktası arasında ise farklı kökene mensup yaklaşık 150 topluluk yer almaktadır.
Kanada’nın “göçmen ülkesi” niteliğini daha ayrıntılı olarak tespit
edebilmek için göç, sığınmacı ve etnik köken istatistiklerine bakmak
yeterlidir. Ülke ve özellikle de büyük kentler, tamamıyla “salata kâsesi”
nitelemesine uygun bir karışım özelliğine sahip durumdadır. Her yerde her
ulustan insanı görmek, dünya üzerinde konuşulan
her dili işitmek
ve bu dilde yazılmış bir yazıyı (gazete, tabela, ilan vs) okumak mümkündür. İngilizce
ve Fransızcanın göreceli baskınlığına, modern hayat tarzının baskın yaygınlığına
rağmen, dinde, dilden kıyafette, yasama sitilinde... her türlü farklılığı her
an her yerde görmek
mümkün olabilmektedir.([63])
d-)İstanbul
Çok kültürlü bir
toplum olan İstanbul’a ise Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU’nun penceresinden bakalım;
“ Tarihçi Philip Mansel’in “dünyanın arzuladığı şehir”, yazar John Freely’in de
“saltanat kenti” olarak tanımladığı İstanbul da, iki ayrı kıtayı birleştiren,
daha da önemlisi, “Doğu” ve “Batı” diye bilinen, farklı iki uygarlık arasında
köprü oluşturan tek dünya kenti olup, aynı zamanda Yesrib’in Medine’ye
dönüşmesiyle başlayan geleneğin derin izlerini de taşır. Bu kent, sadece Avrupa
ve Asya arasına serpilmiş coğrafi bir bağlantı merkezi değil, aynı zamanda
“Doğu” ve “Batı” düşüncesini buluşturan bir uygarlık köprüsüdür. Kuruluşu
milattan önce yedinci asra kadar götürülen İstanbul’un bir imparatorluk
başkenti statüsüne kavuşması Roma İmparatorluğu’nun bölünmesiyle başlar ve
Bizans İmparatoru Konstantin, 353 yılında İstanbul’u başkent ilan eder ve bu
tarihten itibaren İstanbul dünyanın odak noktalarından biri haline gelir. Bu
tarihten sonra İstanbul tam bir imparatorluk şehri kimliğine bürünmüş, bu
kimliği Osmanlı İmparatorluğu döneminde artarak devam etmiştir. Türklerin şehri
fethetmesiyle İstanbul’un binlerce yıllık kent birikimine dinamik bir yapı daha
eklenmiştir. Eski Yunan, Bizans ve Roma kültür birikiminin üzerine oturan
İstanbul’un temelleri, İslam-Türk medeniyeti ile daha da kuvvetlenmiş ve
İstanbul kenti bir imparatorluk şehri olmaya devam etmiştir. Bu başarı daha
önce kurulu medeniyetlerin birikimlerine yeni unsurlar eklenerek sağlanmıştır.
Fetih sırasında İstanbul’un yağmalanması önlenmiş ve günümüzdeki hoşgörüsüzlere
parmak ısırtacak “çok kültürlü” toplumda bir arada yaşamanın ilk temelleri
atılmıştır. İstanbul’un Türkler tarafından alınmasını müteakiben kente giren
Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’ya giderek burada toplanan panik içindeki halka ve
din adamlarına hitap etmiş, onlara güvenliklerinin teminat altında olduğunu
müjdelemiş ve şehrin askerler tarafından tahrip edilmesine izin vermemiştir.
Fatih’in imparatorluk başkenti yapmaya kararlı olduğu kentin nüfusunu korumak
için çaba gösterdiği ve bu kente yaraşır bir sosyal ve ekonomik yapı
oluşturmaya çalıştığı bilinmektedir. Din özgürlüğü bu yapının temel taşlarından
biridir.
İstanbul’un
Müslüman Türkler tarafından fethi, kent kimliği açısından bir dönüm noktası
olmuştur. Fetih sonrası hızlı bir imar hamlesi ile çehresi değişmeye başlayan
şehir, yavaş yavaş bir Türk-İslam kenti kimliğini kazanmıştır. İstanbul’dan söz
açılınca Türklerin kurdukları vakıflardan, yaptıkları tesis, külliye, medrese,
cami, türbe, kütüphane, sebil, hamam, köprü ve diğer kültür kurumlardan söz
etmek, ve bunların şehre yeni bir kimlik kazandırdığını belirtmek elbette
gerekir. Ancak İstanbul, sadece bu yönünü değil her dinden ve inançtan insanın
kendi kültürel mirasını yaşattığı ve geliştirdiği bir kent olma özelliğini
bugüne kadar hep korumuş, dün olduğu gibi bugün de toplumun ilim, sanat ve
tefekkür hayatında belirleyici bir role sahip olmuştur. 19. yüzyıl sonrasında
kent kimliğinin doğulu ve İslami mistik havasına batı esintilerinin eklenmesi,
Cumhuriyet Türkiye’sinde Anadolu’nun farklı kültürlerinin ve hayat tarzlarının
buluşması ve giderek yeni bir şehir kültürünün kurucu unsurları olmaya
başlaması, modern zamanlarda küresel kültürün ve kültürcü küreselleşmenin
nüfuzuna gözle görülür açıklığı kentin çok kültürlük gelişiminin ve bir dünya
kenti olma özelliğinin dikkat çekici aşamaları ya da boyutları olarak dikkat
çekmektedir. Belki İstanbul’u büyülü yapan da, bu birbirini perdeleyen
zıtlıklar arasında ilişki kurabilme ve ahengi bulabilme heyecanıdır.”([64])
e-)
Sadaka-Reut
Birlikte yaşayabilmeyi seçen, birlikte yaşayabilen, birlikte
yaşayabilmenin sırrını bize anlatan bir başka topluluk var ki, o da Sadaka
Reut. Sadaka
Reut, İsrail’de 1980’lerden beri topluluklar arası diyalog imkânlarını
geliştirmeyi hedeflemiş bir sivil toplum organizasyonu. Adı da, kendisi de, iki
dilde (Arapça ve İbranice) kardeşlik kelimesinin yan yana geldiğinde daha güzel
bir üçüncü kelime yaratabileceğini gösteriyor.
Sadaka Reut Yahudi ve Arap gençlik hareketinin içinden çıkmış olan bir sivil
toplum örgütüdür. Yaklaşık 20 yıl önce 1984’de kurulmuş. Ortak yasam, eşitsizlik,
ırkçılık, işgal bölgeleri, savaş ve militarizm gibi baslıkları ele alan bir
tartışma grubundan çeşitli değişimler geçirerek bugünkü yapısına kavuşmuş. Bugün
4 ana temel proje etrafında faaliyetlerini yürütmektedir. Bunlardan birincisi
Arap ve Yahudi toplumları arasında çatışmanın çözümü için diyalog imkânları
yaratmaya çalışan çok kültürlü gençlik gruplarıdır. İsrail’de farklı halkların
bir arada yaşadığı şehirlerde ve bölgelerde oluşturulmakta. İkinci ana faaliyet
alanı İsrail’in tüm bölgelerinde, gerek Arap gerekse Yahudi okullarında ırkçılığı
karsı yapılan atölye çalışmaları. Sadaka bünyesinde yürütülen diğer bir proje
de bir komün deneyimi olan “Bir yıl birlikte var olma” projesi. Farklı
toplumlardan 18-19 yaslarında gençler ortak bir evde bir yıl boyunca birlikte yasıyorlar.
Bir yıllık ortak yasam süresince bir yandan da çeşitli gönüllü aktivitelerde ya
da sosyal hizmet projelerinde çalışıyorlar. Son olarak da “Mirkaz” projesi var.
“Mirkaz” Türkçedeki anlamıyla aynı: “merkez”. “Yafa Gençlik Merkezi” olarak
anılıyor. Burada sanat faaliyetleri odaklı olarak çalışmalar yürütülüyor.
“Mirkaz” Yafa’da yasayan basta Yahudi ve Arap gençliği olmak üzere birçok
farklı etnik gruptan gençlerin müzik, tiyatro, plastik sanatlar, edebiyat, dans
çalışmaları yaptıkları bir adres. “Mirkaz”’da özellikle evsiz, çeşitli
suçlardan dolayı cezaevine girmiş ve eğitim almayan gençlik kesimleriyle
sanatsal çalışmalar yapılmaya çalışılıyor. ([65])
|
|
Bu poster hedeflenen etkiyi yapmış olmalı ki Bern yakınlarında küçük
bir kasabadan bir ev hanımı şöyle ifade ediyordu duygularını: "Eğer
minareye izin verirsek, hepimize burka giydirecekler. Farkında olmadan şeriat
gelecek ve kadınlar sokaklarda taşlanacak. Artık hiç bir şekilde İsviçreli
olamayacağız." Müslüman kadınlanların zorla evlendirilmesi, dövülmesi
gibi problemlerle mücadele eden feminist Julia Onken de "yasağa karşı
çıkmanın devletin kadınların ezilmesini kabul etmesi anlamına
geleceğini" savundu.([66])
Bir kez daha kadınların bütün bir kültürü temsil ettiği bir sembolizmle karşı
karşıyayız. Minareden daha öne geçen bir sembolizm söz konusu burada. Sadece
afişte yer alan çarşaflı ve peçeli bir kadın figürünün böyle bir etki yapmış
olmasını nasıl açıklamalıyız? Hem de İsviçre'de yaşayan Müslüman kadınların
(Türkler, Boşnaklar ve Arnavutlar) çarşaf, peçe, burka gibi giysilerle
örtünmedikleri, Avrupa'daki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında entegrasyona
en uyumlu nüfus oldukları dikkate alındığında...
Burka, başörtüsü peçe, nikap her ne adla kullanılırsa kullanılsın
kadınların örtüsü Müslüman olmayan Avrupalılar için pek çok tehlikenin
sembolü olarak görülüyor: Şehirlerde yükselen şiddet, uluslararası terör,
Müslüman göçmenlerin entegre olmayı reddetmesi. Bu açıdan bakıldığında Fransa
Devlet Başkanı Sarkozy'nin Fransa'da en fazla dört yüz kadını ilgilendiren
bir uygulama olan burka ve nikabı yasaklama girişimi de aynı sembolizme
yaslanıyor. Müslüman kadınların örtünmesi, Avrupa'nın İslam ve göçmenlerle
ilgili politikalarının ifade edilmesinde merkezi bir rol oynuyor. Aynı
zamanda ırkçılık ve yabancı düşmanlığının en ortada görünen hedefi. Zaten Fransa küreselleşme çağında
karşılaştığı bütün problemleri başörtüsü üzerinden tartışıyor. Laiklik,
demokratik vatandaşlık ve cumhuriyetçi eşitlikçilik geleneğinin nasıl devam
ettirileceği de Fransa'da doğmuş üçüncü kuşak göçmenlerin çokkültürlülük
baskısına nasıl mukavemet edileceği de hep başörtüsü üzerinden tartışılıyor.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığının sembolik hedefi de bu nedenle kadınların
örtüsü oluyor. Yani pek çok siyasal ve toplumsal mesele Müslümanların kadınla
ilgili "kültür"leri üzerinden ifade ediliyor.
Kültürün, yoğun siyasi çatışmalara sahne olan bir alana dönüşmesi,
yaşadığımız dönemin en belirgin özelliklerinden. Günümüzde artık kültür,
adeta kimliğin bir müteradifi olarak kullanılmaya başlandı ve bir kimlik
belirleyici, farklılığı çizen bir sınır haline geldi. Müslüman kadınların
örtünmesi de kültürü ve farkı belirleyen bir işaret olarak sembol savaşına
dahil oldu. Çokkültürlülük üzerine ufuk açıcı çalışmaları olan Bhikhu Parekh,
kültürlerarası çatışmaya en sık neden olan uygulamaların bir listesini verir.
Bu listedeki on iki meseleden altısı Müslümanlarla ilgilidir. Bu altı
maddeden hayvan boğazlama metodu hariç diğer beşi ise kadınların statüsüyle
ilgilidir: örtünme, çok eşlilik, görücü usulüyle evlenme, kızların kız-erkek
karışık spor ve yüzme derslerine katılmaması, kadınların toplumsal olarak
aşağı statüde olması gibi. Bu tespiti nasıl değerlendirmeliyiz? Bu ve benzeri
tespitler, kültürel çatışmaları, hep kadın üzerinde yoğunlaşmış bir şekilde
ortaya koymaktadır. Çünkü toplumlar ve kültürler, iletişime geçtiğinde ve
kendilerini bir karşılaştırmaya tabi tuttuğunda, kadınların konumu ve
cinsiyet, kültürlerin birbirlerini anlama çabalarında önemli bir yer işgal
eder. Yani "kadınlar ve kadın bedeni, toplumların ahlaki düzenlerini
inşa ettikleri sembolik ve kültürel zeminlerdir" (S. Benhabib). Bu
sembolik önem sebebiyle, kültürler arası farklılıklar daha ziyade kadınlar
üzerinden ortaya konulur.
Parekh'in listesi örneğinden devam edecek olursak, bu listenin
belirlenişinde ve söz konusu çatışma alanlarının tespitinde belli bir izlek
takip edildiğini görürüz. Çatışma alanlarının belirlenişinde, bir norm, bir
de normdan sapma olarak görülen "kültürel" eğilimler söz konusudur.
Norm olana evrensellik, farklı olana da kültürellik vasfı uygun
görülmektedir. Norm olan, kız erkek karışık spor dersi yapmak, "kültürel
farklılık" ise bu derslere katılmamak; norm olan örtünmemek,
"kültürel farklılık" ise örtünmek vs. şeklinde ortaya
konulmaktadır. Oysa post-kolonyal eleştiriden öğrendiğimiz bir husus var ki o
da ötekini farklı, tikel ve normdan sapma olarak işaretleme, bizzat iktidarın
ve dışlamanın bir sonucudur. Kimlik/kültür politikalarında bu norm belirleme
ve sınır çizme, hep bir noktayı merkez addederek yapılır. "Ezilmiş Müslüman
kadın"ın yükselişi ve örtü meselesinin, Batılıların İslam anlatısının
merkezine yerleşmesi, Avrupalıların İslam dünyasında sömürgeci güçler olarak
yerleşmeleriyle doğrudan alakalıydı. Batılı anlatıda "ezilmiş Müslüman
kadın" ve harem imgelerinin oluşumu, sadece kadının genelde
imgeleştirilmesindeki problemlerin ötesinde Doğu-Batı ya da İslam
Dünyası-Avrupa ilişkilerinin hegemonik yapısını da değerlendirmeye dahil
etmeden açıklanamaz.
|
Avrupa toplumunun
globalleşmesinin arkasındaki kültürel mantık, "Öteki"nin dışsal
düşman olarak yaratılmasıdır. 11 Eylül sonrası terörist Müslümanlar olarak
kodlanan dışsal düşman, sömürgecilik dönemindeki "Vahşi Afrikalı",
"barbar Türk" şeklinde tanımlanan dışsal düşmanların devamı
niteliğindedir. Bu çatışma ve düşmanlaştırma ameliyesinde ve ötekileştirici
kültürel mantık içinde, konjonktürel olarak değişiklik arzeden
"ezilen" Müslüman kadın imgesi de çok önemli ve merkezi bir konuma
sahiptir. Müslüman kadınlar ya
kurtarılması gereken kurbanlar olarak; "Batılının yapışkan hayırseverliği"nin
muhatabı pasif nesneler olarak karşımıza çıkarılıyor. Ya da geri, baskıcı,
fundamentalist ve 11 Eylül sonrasında ilave edildiği üzere yıkıcı bir dünya
görüşünün sembolü olarak, kendilerinden kurtulunması gereken "yıkıcı öteki"
olarak temsil ediliyorlar. Ve "Medeniyetler çatışması" tezinden
mülhem, kültürel çatışma kavramı çerçevesine hapsediliyorlar. 11 Eylül
tecrübesi, 2004 Madrid, 2005 Londra patlamaları gibi olaylar, Avrupa'daki bu
çok kültürlülük ve farklılık politikalarının sorgulanmasına yol açtı.
Müslümanların varlığı liberal demokrasinin ilke, değer ve normlarına bir tehdit
olarak yorumlanmaya başlandı. Bu nedenle de mesela Hollanda hükümeti, etnik ve
dini azınlıklara kültürel otonomi veren politikalarında geri adımlar attı.
İtalya'da açıkta namaz yasaklandı. Son olarak İsviçre'de minare yapımı
yasaklandı. Brüksel başta olmak üzere bütün Avrupa'da "Avrupa'nın
İslamlaştırılmasına hayır" eylemleri etkinliğini artırıyor.
Asimilasyonist ve
entegrasyonist Fransız modelinin de çokkültürcü İngiliz ve Hollanda modelinin
de önce içlerindeki Müslüman topluluklara vermek istedikleri yeri tespit
etmeleri ve tüm süreci bu yerin ışığında yeniden değerlendirmeleri gerekiyor.
Çünkü bu modeller günümüzde "islam tehdidi" şeklindeki algı tarafından
yeniden şekillendiriliyor.
Başörtüsü ve minare
gibi semboller üzerinden yapılan tartışma şunu gösteriyor: Bir taraftan
Avrupa'nın kendisini kamusal olarak çok kültürlü, çoğulcu bir yapıda idrak etme
kapasitesi sınanıyor. Diğer taraftan Müslümanların kendilerini Avrupa tuvaline
yansıtma kapasiteleri ve tarzları da sınanıyor. Ama bu yasaklar gösteriyor ki
Avrupa'nın vereceği sınav, Müslümanlara nazaran daha çok çaba gerektiriyor.([67])
Bugün Avrupa’da, mesela Almanya’da
yıllardır yaşayan Müslümanların camilerini hala eski fabrika binalarında,
depolarda kurmaları onların ortak çevreye eklenememişliğini göstermektedir.
Minareli, kubbeli cami teşebbüslerinin hala tepkilere yol açması ise onların
ortak tarihe eklemlenmesine karşı bir direnişi göstermektedir. Sanırım bunu
şehir hayatının temelde çok kültürlülüğe, kucaklayıcılığa açık olmamasına da
irca edebiliriz. İşlevsellik üzerine kurgulanmış bir şehir, mesela sanayileşme
sonrası kurulan şehirlerin, örneğin Amerika’daki cetvelle çizilmiş caddeleri
bulunan şehirlerin, çevreyi ve çok kültürlülüğü içlerinde barındırmaları, ortak
bir tarih paylaşımını sağlamaları hayli zor görünmektedir. ([68])
F-)MANTIKSAL ANALİZ
Çok kültürlü bir ülkede
yaşamak aslında büyük bir şans. Birden fazla kültürün iç içe yaşadığı ve
insanlarının birbirleriyle ilişkilerinden ötürü birden fazla dil bildiği bir
ülke hem demokrasi hem de refah yönünden de oldukça uygar bir ülke haline
gelir. Batı’da bu konuda İsviçre en büyük örneklerden biri. Birden fazla ulusal
topluluğun ve de dilin birlikte yaşadığı ve konuşulduğu bir ülke İsviçre. Ve
İsviçre birçok devlet adamına ve de bilim adamına örnek de teşkil etmiş, devlet
modeli birçok ülkenin modeline emsal teşkil etmiş bir özellikte. Burjuva
Demokratik Devrimleriyle ulusal sorunlarını çözen İsviçre ve batılı ülkeler
maalesef şu anda ulusal sorunlarıyla cebelleşen başka ülkelere de örnek
olamamışlar (Belçika ve İspanya’daki sorunlar dışında, bir de İspanya’nın
1970’li yıllara kadar faşizmle idare edildiğini burada görmezlikten
gelmiyorum). Birçok Marksist şu anda kapitalizmin artık ulusal sorunları
çözecek kapasitesinin kalmadığını söylüyor. Tabi bu böyle de, ulusal sorunun
çözülmesi veya bir uzlaşmaya gidilmesi için bu tez bir engel mi olmalıdır?
Elbette hayır. Kapitalizmin bu özelliğinin bilinerek ulusal sorunlarda bir
uzlaşmaya doğru gitme mücadelesi aynen sosyalist mücadele gibi devam etmelidir.
Önemli olan çok kültürlü yapısı olan bir ülkede bir tek toplumun veya bir tek
ulusun dominant olarak ülkeyi kendi grubu adına ve her türlü empozeyi de
yaratarak idare etmemesidir. Yugoslavya’nın bölünmesinin bir nedeninin
Sırpların dominant duruma geçmesi olduğunu da bilmek gerekiyor. Kıbrıs’ta
Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Rumların dominant duruma gelmesi 1974 yılında
bölünmeyi engelleyemedi. Çok kültürlülük bir zenginlik paylaşımıdır ve bu
paylaşımı demokratik bir anayasayla beraber demokratik bir cumhuriyetle
taçlandırmak gerekmektedir. Demokratik bir cumhuriyetin şeffaf olması, tüm
yaşayan toplumlarının eşit olması, ırk, din, dil ve kan ayırımına gitmemesi ön şarttır.
Çok kültürlü bir toplumda eğer tek bir soy veya ulus idaresi varsa o ülkenin
bölünebileceği tehlikesi varolabildiği gibi, uniter yapıda ama demokratik bir
cumhuriyeti olan kapitalist bir ülkenin demokratik yapısından ötürü bölünme
tehlikesi olmayacağı da söylenebilir. Ama her toplumun veya her ulusal
topluluğun da self determinasyon hakkı olduğunu söyleyebiliriz. Peki bir askeri
harekatla o ülkeye nüfus taşınırsa ne olur? Stalin zamanında İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Estonya ve Letonya gibi ülkelere taşınan nüfus her zaman için
hukuki bir sorun olarak kabul edilmemiştir ama son zamanlarda AB’nin bu konuda
o tip nüfuslara da yaşam hakkı tanıdığını söyleyebiliriz. Ama bunu söylerken de
anormal şartlarda o ülkede yaşayan nüfusların hilafına nüfus taşınmalarının
uluslar arası hukuka göre de gayrı meşru olduğunu söylememiz gerekmektedir.
Türkiye’nin son zamanlarda uluslar arası toplum ve de AB ile arasındaki birçok
sorunları arasında, 1974 sonrası kontrolsuz olarak Kıbrıs’ın Kuzeyi’ne nüfus
taşıması sorunu da vardır. Uluslar arası hukukun geçerli olduğu AB normlarına
göre de bu hareket kabul edilmezdir. AB’nin bu gibi nüfuslara ikamet belgesi
veya Avrupa’da yaşama hakkı tanıdığını söyleyebiliriz ama tekrar edelim böyle
durumlarda nüfus taşıyan ülkenin muhakkak vereceği bir bedel de olmaktadır ki
Rusya’nın pozisyonu her zaman için tartışılmaktadır. Bunun yanında her zaman
için bu tip bir kabulün olacağı da belli değildir.
Başka bir ülke için
savunduğunuzu yine ülkenizde olan benzer bir durum için de savunmalısınız.
Örneğin Kıbrıslı Türklerin self determinasyonu üzerinde ayak diretirken
ülkenizde benzer bir sorun varsa, aynı hakkı ülkenizde yaşayan ve ihtilaf
halinde olduğunuz başka bir ulusal toplum için de savunmanız gerekir, aksi ise
sizin tutarsızlığınızı ortaya çıkarır. Kürtler için başka şeyler savunursanız
uluslar arası arenada teziniz tutarlı bir çizgi arzetmez. Türkiye’nin uluslar
arası arenada üzerindeki baskıları hafifletmesinin ana teması
demokratikleşmektir. Aksi takdirde ne kadar şiddet uygulanırsa uygulansın,
zaman aşımında dış ülkelerin sizi görmek istemediğiniz bir statüde tanımasına
neden olabilirsiniz. Türkiye Güney-doğu’da görmek istemediğini muhakkak
demokratikleşmekle sağlamalıdır. Burada demokratikleşme derken her yönüyle
demokratikleşme ve de her yönüyle demokratikleşmeye bağlı olarak sivilleşmeyi
gerçekleştirmesi önşarttır. Türkiye topraklarını demokratikleşme koruyacaktır.
Türk Milliyetçiliği, Kürt Milliyetçiliğini azdırırken bunu frenleyecek olan
demokratikleşmedir. Çokkültürlü eğitim, yaşam ve barış eğitimi gibi reformlar
Türkiye’nin insanları ve devletiyle toplulukları arasındaki bağı
kuvvetlendirecek, vatandaşlık kimliği daha da öne çıkarılarak Türkiye’nin
çağdaş dünyaya ayak uydurması sağlanacaktır. Güneydoğu’daki şiddet durarak oraya
silahlar için akıtılan fonlar, eğitim, ekonomi ve istihdama ayrılarak,
insanlarla demokratik cumhuriyet arasındaki saygınlık bağı sağlanacaktır. Güney
Afrika’daki psikanaliz metodları ve Barış Eğitimi, Türkiye’ye de uygulanarak
halklar arasındaki kin ve nefret hemen ortadan kaldırılarak Türkiye insanları
arasındaki sevgi ve saygı sağlanmalı, civar ülkelerle daha saygın ve daha
insani ilişkiler sağlanarak Türkiye’nin ekonomik kalkınmasına katkı
yapılmalıdır. 12 eylül 1980 yılından beri süren vesayet rejimi son bularak
artık sivil ve demokratik bir rejim uygulanmalıdır. İşçiler örgütlenmeli ve
daha da büyük haklarını almak için bu bütünleşmenin katkıları hemen
görülmelidir.([69])
G-)ÇOK KÜLTÜRLÜLÜĞE ELEŞTİREL BAKIŞLAR
Batı
Avrupa'ya 1960'lardan sonra büyük işçi göçü başladı. Sayılarının milyonları
aşmasına rağmen, gelenler birçok ülkede yok sayıldı. Max Frisch'in deyimiyle
'İşçi çağırdık, insanlar geldi' olgusunun ancak işçi çocuklarının okula
başlamasıyla farkına varıldı.
Göçmenler için zamanla iki zıt politika uygulanır oldu. Sağ hükumetler asimilasyondan sol hükümetler çokkültürlü bir toplumdan yana oldular. Zaten iflas etmeye mahkûm olan asimilasyon yanlıları kısa zamanda göçmen politikaları yerine göçmen polisinden yana ırkçı bir tavır aldılar. Çokkültürlülük adına yapılanlarsa, gayriihtiyari de olsa, gettolaşmaya neden oldu. Farklı cemaatlerin iç içe yaşamasını desteklemek yerine, zamanında Güney Afrika'da siyahlarla beyazların ayrı ayrı gelişmesini öngören 'apartheid' türü bir politika uygulandı. Hollanda'da futbol oynayan genç Türklerin, mevcut takımlara girmelerini destekleyecek programlardan çok, bir tek Türklerin oynadığı ligler teşvik edildi. Televizyon programları ülkedeki çeşitli kültürleri yansıtıp herkese hitap etme yerine, Faslıların. Türklerin kendi dillerinde kendi televizyon, radyo programları yapmaları desteklendi. Göçmenler, kapalı cemaatler içinde gündelik yaşamlarını yürütmenin kolayına kaçtılar, tutuculuğuna sığındılar. Aralarında köktenci ve şoven akımlar güçlendi. Anavatanlarıyla bağlarının sürekliliğini sağlayan yeni ulaşım ve iletişim kolaylıkları bu eğilimleri güçlendirdi. Aradan kaç kuşak geçmesine rağmen göçmenlerin nispeten vasıfsız ve ikinci sınıf vatandaşlar olarak kalması, sürekli ucuz emek gücü sağladığından egemen düzenin çıkarlarını karşıladı. Bugün Batı Avrupa, göçmenleriyle bir arada yaşayamamanın krizinin eşiğinde.
Göçmenler için zamanla iki zıt politika uygulanır oldu. Sağ hükumetler asimilasyondan sol hükümetler çokkültürlü bir toplumdan yana oldular. Zaten iflas etmeye mahkûm olan asimilasyon yanlıları kısa zamanda göçmen politikaları yerine göçmen polisinden yana ırkçı bir tavır aldılar. Çokkültürlülük adına yapılanlarsa, gayriihtiyari de olsa, gettolaşmaya neden oldu. Farklı cemaatlerin iç içe yaşamasını desteklemek yerine, zamanında Güney Afrika'da siyahlarla beyazların ayrı ayrı gelişmesini öngören 'apartheid' türü bir politika uygulandı. Hollanda'da futbol oynayan genç Türklerin, mevcut takımlara girmelerini destekleyecek programlardan çok, bir tek Türklerin oynadığı ligler teşvik edildi. Televizyon programları ülkedeki çeşitli kültürleri yansıtıp herkese hitap etme yerine, Faslıların. Türklerin kendi dillerinde kendi televizyon, radyo programları yapmaları desteklendi. Göçmenler, kapalı cemaatler içinde gündelik yaşamlarını yürütmenin kolayına kaçtılar, tutuculuğuna sığındılar. Aralarında köktenci ve şoven akımlar güçlendi. Anavatanlarıyla bağlarının sürekliliğini sağlayan yeni ulaşım ve iletişim kolaylıkları bu eğilimleri güçlendirdi. Aradan kaç kuşak geçmesine rağmen göçmenlerin nispeten vasıfsız ve ikinci sınıf vatandaşlar olarak kalması, sürekli ucuz emek gücü sağladığından egemen düzenin çıkarlarını karşıladı. Bugün Batı Avrupa, göçmenleriyle bir arada yaşayamamanın krizinin eşiğinde.
Yıllardır
uyguladıkları yanlış, kısa vadeli politikaların iflasını kabul etmektense,
şimdi de sorunu kültürel ve tarihi nedenlerde arıyorlar. Devletler bazında giderek
kurumsallaşan ırkçı görüş, göçmenlerin Avrupa'ya uyumsuzluğunu iddia etmekte.
Bu iddianın ne kadar çürük olduğunu görmek için, günümüzde göçmenlerin hem
kendi dillerini konuşup hem de dolara tapıp, Amerikan bayrağı salladığı ABD'ye,
ya da geçmişte Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarına bakmak
yeterli. Bugün ABD Başkanı'nın kabinesinde bile bol sayıda göçmen ve azınlık
yer alırken, Avrupa'da tek bir göçmenin meclise girebilmesi, bunca yıl sonra
bile olay oluyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, asimilasyoncu baskılarla,
herkesin kendi kültürünü koruyup geliştirmesini engellemek ne kadar
totaliterse, çokkültürlülük adına birbirlerine kapalı cemaatlere destek verip,
ortak yeni uygarlıklar oluşturmaya set çeken politika ve köktenci aidiyetler de,
ibret verici olduğu kadar tehlikeli. Günümüzde, cinsel ya da etnik kimlik gibi,
ilericilik açısından benimsenen binbir türlü aitliğin birleştirici olması
toplumları zenginleştirme potansiyeli taşırken, ister Hollanda'da olsun ister
Irak ya da başka herhangi bir ülkede, tersi eğilimler herkes için hüsran verici
sonuçlara neden olabiliyor.([70]) İletişim
kuramcılarının yıllardır eleştirdiği, iletişim kanallarının tek yönlü akışı ve
kültürel hegemonya olgusu günümüzde ister çok kültürcülük, isterse hoşgörü ve
anlayış maskesi altında olsun açık bir ırkçılığa dönüşmüştür. Ekonomisi ve
siyasal yapısı güçlü ülkelerin kültürel tekelleri karşısında siyasal
gelişimlerini tamamlayamamış tüketici kültürlerin atalara dönme isteği giderek
tutkuya dönüşmekte ve ayrımcılık taraftarlarına koz vermektedir. Bati kendi
ülkesinde demokrasi maskesi olarak kullandığı çok kültürcülük projelerini bugün
tehlikeli görmeye başlayıp askıya alırken diğer ülkelerde ayrımcılığı
körükleyecek eğilimler içine girmektedir. Bu gelişmeler toplumsal uyumu
zorlamakta yeni çatışmalara zemin hazırlamakta ve dünyayı giderek bir kaos
ortamına sürüklemektedir. Galtung'un ([71]) toplumu
ve kapitali yönetenlere çağrısı son derece açık: "Onlar insan ırkını yok
etmenin de yoksulluğu yok etmenin de gücünü ellerinde tutuyorlar. Günümüzün
büyük sorunları karşısında ortak çözüm yollarını keşfetmekten başka yol yok
ilerleme ve diyalog için iletişime açık olmalıyız. ([72])
H-)ÇOK KÜLTÜRLÜ TOPLUMLARIN BİRLİKTE YAŞAYABİLME SIRRI
İnsanlığı neticede yalnızlığa
iten, insanı merkeze almayan ve çevreyi önemsemeyen bir yapılanmanın, bir
anlamda sadece işlevselliği ve insandan bağımsız verimliliği esas alan bir
mimari yeknesaklığın çok kültürlülüğü üretmesi elbette zor olacaktır. Şehri bir
hayat tarzı olarak ele aldığımızda İslam literatüründe oldukça güçlü bir
malzemeyle karşılaşırız. Bunlar arasında Farabi’nin el-Medinetü’l- Fadıla’sı,
İbn Haldun’un Mukkaddime’sinde geliştirdiği umran kavramı ilk aklımıza
gelenlerdir. Her ikisi de şehrin merkezine insanı, erdemli insanı alır ve bir
yönüyle erdemli insan, zaten çevresini hesaba katan insandır, bu yüzden şehir
de çevreyi hesaba katarak erdemli olabilir.([73])
Yani toplumu oluşturan her kesimin değerlerini göz önüne alınmalıdır. Fakat bu
da farklı kültürleri bağrında barındıran bir toplum açısından iki tehlikeyi
gündeme getirmiştir: Bunlardan biri Yugoslavya örneğinde olduğu gibi bölünme
yoluyla yok olmaktır. İkinci tehlike de, küreselleşmenin birörnekleştirici
etkisiyle yokolmaktır. Bütün dünya büyük bir hızla aynı tür köfte yiyen, aynı
marka ayakkabı giyen bir kültüre doğru hızla yol almaktadır. Bu iki büyük
tehlikeye karşı, özellikle bireysel özgürlükleri güvence altına alıp yayarak,
toplumun etkileşimini güçlendirerek kültürel farklılıkları ve siyasal bütünlüğü
korumak tek çıkar yol gibi görünmektedir. Geçmişimizi yadsımadan, ama gereken
yerlerde ondan dersler alarak, güncel özgürlükleri eşitlik ve adalet ilkeleri
çerçevesinde yaygınlaştırmak ve güçlendirmek bu çözümün en önemli yöntemidir. Bireysel
özgürlüklerin güvencede olması, hiç kuşkusuz, farklı kimlik mensuplarının tutum
ve davranış alanlarını zenginleştirerek, hem farklı kültürlerin bir arada
yaşamasını hem de birbirlerine hoşgörü ile bakmasını sağlayacaktır. Bu arada
özenle sakınılması gereken nokta, sadece kültürlerarası düşmanlıkların
körüklenmesi değil, aynı toplum ve aynı devlet içinde farklı hukuk
sistemlerinin uygulanması gibi, ayrımcı düzenlemelerdir.([74])
Kendi din, dil ve ırk özelliklerini, üzerinde yaşadığı topraklar çerçevesinde
dünyadaki öteki benzerlerinden farklı geliştirmiş toplumların bu hedefi
gerçekleştirebilecek deneyim birikimine ve sağduyuya sahip olduğuna inanıyorum.
Sonuç olarak çok kültürlü
toplumların birlikte yaşayabilmeleri karşılıklı hoşgörünün, töleransın, başkasının
gözünden olaya bakabilme yetisinin varlığı ile mümkün olduğunu belirtebiliriz. Artık
çok açıktır ki; baskı, yıldırma ve asimilasyon politikaları hiçbir zaman olumlu
sonuçlar vermemiş, aksine karşı tepki ile karşılaşıp, toplumda daha büyük
gerginliklerin oluşmasına sebep olmuştur. Tüm toplumlarda süreç aynı güzergâhta
cereyan etmiştir. Artık küçücük bir kasabanın(!) sakinleri ve birlikte yaşamak
zorunda isek, sağlam temeller üzerine kurulu, birey hakları sonuna kadar
sağlanıp güvence altına alınmış bir demokratik cumhuriyet çatısı altında toplumun
tüm fertlerine karşı hoşgörü ile bakmak, onlarla empati kurmak ve farklılıkları
zenginlik görmek sureti ile ancak birlikte yaşayabileceğimizi belirtebiliriz.
[1] (Güvenç,
1974: 96)
[2] (Turan
1994: 36)
[3] (Güvenç,
1974: 102).
[4] (Uygur
1984: 17)
[5] (Güvenç,
1974: 97)
[6] (İyi,
2003; 22)
(*)(Prof. Dr. A.Kadir ÇÜÇEN Kültür,
Uygarlık, Evrensellik ve Çok-Kültürlülük, alıntı)
[7]
(Emre Kongar, Küreselleşme,
Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)
[8] (Kellner 1995).
[9] (Kellner ve Ryan 1988).
[10] (Emre Kongar, Küreselleşme,
Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)
[11] (Şahin ALPAY, 03/11/2005 Tek Ya
Da Çok Kültürlü Avrupa)
[12](Zeynep GÖĞÜŞ, Çok Kültürlülük ve
Ulus Devlet)
[13]
(Emre Kongar, Küreselleşme,
Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)
[14] (Verfassungspatriotismus)
[16] (s. 271)
[17] (Küreselleşme ve Milli
Devletlerin Akıbeti, s. 94).
[18] (Mustafa ERDOĞAN, Anayasal
Vatandaşlık 1,2 alıntı)
[19]
(Emre Kongar, Küreselleşme,
Mikro Milliyetçilik, Çok Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)
[20] (Mustafa
ERDOĞAN, Kimlik Siyaseti ve Liberalizm)
[21] (The
Economist, 25 Haziran 1996)
[22] (Phillips,
1993; Young, 1989; Pateman, 1988).
[23] (Liberty,
1994: 46-47).
[24]
(Momin
Rahman, Cinsellik Ve Haklar, (Çeviren:Murat Yalçınkaya) Kaos Gl Dergisi, 2001
Bahar Sayısı.
[25] (http://philadelphia.areaconnect.com/statistics.htm,
http://newyork.areaconnect.com/statistics.htm)
[27] (Erdoğan,
1998: 195).
[28] (Parekh,
2002: 3).
[29] (Kymlicka,1998)
[30] (Gray,
20003: 37).
[31] (Walzer,
1996, 108)
[32] (Üstel,
1999: 64).
[33] (Gray,
2003:67).
[34] (Balı,
2001:170 ).
[35] (Kymlicka,1998
:151).
[36] (Taylor,
1995: 40).
[37] (Üstel,1999:
68-69).
[38] (
Bauman,2000: 268).
[39] Oliver Zimmer, A Contested Nation: History,
Memory and Nationalism in Switzerland, 1761- 1891, Cambridge and New
York: Cambridge University Press, 2003; reviewed by Eric
G.E. Zuelow, June 2004, , (23.03.2007).
[41] Philippe Carrard, "Geneva,
Zurich, Basel: History, Culture and National Identity", Comparative Literature, Winter 1997, ,
(23.03.2007).
[42] Zimmer, (2003), op cit., ve
"Culture of Switzerland", Th/Switzerland.html>, (23.03.2007).
[43] Zimmer, (2003), op cit.
[44] "Culture of
Switzerland", , (23.03.2007).
[45] Andreas Schiendorfer, "Quality:
Switzerland"s Biggest Strength", Swiss Worry Barometer, , (23.03.2007).
[46] Christof Demont-Heinrich,
"Language and National Identity
in the Era of Globalization: The
Case of English in Switzerland", Journal of Communication Inquiry, 2005, Vol. 29, p.71.
[47] F. H. Burak Erdenir, Avrupa Kimliği Pan-Milliyetçilikten Post Milliyetçiliğe, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2005, s. 179-184.
[48] Randolph C. Head, "William Tell and His Comrades: Association and Fraternity in the Propaganda of Fifteenth- and Sixteenth-Century Switzerland", The Journal of Modern History, Vol. 67, No. 3,
Sep.,
1995, p. 527.
[50] Oliver Zimmer, "In Search of Natural Identity: Alpine Landscape and the Reconstruction of the Swiss Nation", Comparative Studies in Society and History,
Vol. 40, No. 4, Oct. 1998, p. 637-638.
[52]
"Culture of Switzerland", , (23.03.2007).
[53] Grégoire
Métral, "From National to Multi-Scale Identities", Paper
presented at the ECPR Joint Session of Workshops, ECPR
workshop 26: National Identity in Europe,
Grenoble, 6-11 April 2001, p. 8-12.
[55] Erdenir, op cit., s. 43.
[56] Schiendorfer, op cit.
[57] Erdenir, op cit., s.182.
[58] Schiendorfer, op cit.
[59] Dominik Müller, "European Integration and Swiss Identities", The Journal of the International Institute, Vol. 2, No. 1, Fall
1994, Identities.html>, (30.03.2007).
[60] Erdenir"den alıntı, op
cit., s.183.
[61] Müller, op cit.
*(Fatma
YILMAZ, Bir Çok Kültürlülük Örneği: İsviçre Kimliği, alıntı)
[62] (Prof. Dr.
A.Kadir ÇÜÇEN’den alıntı, Küreselleşme Etkisinde Çok Kültürlülük Örneği: Farklı
Yaşam Biçimlerinin Renkliliği)
[63]Yard.Doç.Dr. Celalettin Vatandaş’tan
alıntı, Çokkültürlü Yapıda Ulusal/Etnik
Kimlikler (Kanada Örneği)
[64] Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU,
16/04/2007, Küresel Şehirler ve Çok Kültürlülük
[65] Özgür Akarsu
02.01.2007
[66] (The Sunday Times, 29 Kasım
2009)
[67] (Nazife
Şişman, Avrupa’nın çok kültürlülükle imtihanı yazısından alıntı)
[68] (Prof. Dr. Ali Bardakoğlu,
küresel şehirler ve çok kültürlülük)
[69] (Ulus
IRKAD, Çok Kültürlülük 12/09/2008)
[70] (Gündüz VASSAF, 28/11/2004
Çokkültürlülük Çıkmazları, alıntı)
[71]
Galtung, J., (1999), "State, Capital and the Civil Society: A Problem of
Communication" Towards Equity
in Global Communication. R.C.Vincent
vd (der) içinde, New Jersey, Hampton Press.
[72] (Şermin TEKİNALP, Küreselleşen
Dünyanın Bunalımı: Çok Kültürlülük)
[73] (Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU
Küresel Şehirler Ve Çok Kültürlülük)
[74] (Emre KONGAR Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik, Çok
Kültürlülük, Anayasal Vatandaşlık)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder